7 Şubat 2024 Çarşamba

GÖRÜNMEZ İPLİKLER

7 ŞUBAT SAPANCA 

Yeni bir şehir yeni insanlar bambaşka bir ben.

Sevgili okurum, iki yılın ardından bloğuma geri dönmek ve yazma tutkumun peşinden gitmem gereği görüşü bende vuku buldu ve tekrar aranızdayım :)

İlk blog yazım gelen ve gidenlere ithafen…




İnsan denen canlı yaşam döngüsününün her anında birilerini uğurlarken birilerini hayatına davet ediyor. Bu alışveriş yaşam son bulana kadar devam ediyor. Aynı zaman diliminde yaşamış insanlar birbirlerine kenetli zincirin içerisinde bir gün bir yerlerde denk geliyor, birbirinin hayatlarına dokunuyor. Sonsuz olasılıklar içerisinde birbirleriyle rastlaşan bu insanlar, sanki birbirine değmeden yol alsa bir noktada akışı bozacakmış veyahut seni sen yapan tüm özelliklerini değiştirecekmiş gibi bir izlenim yaratıyorlar. 


Haklılık payı olan bu gerçek aynı yer aynı zamanda karşılaşan ve birbirleriyle etkileşim içerisinde olan insanların aynı noktada buluşmasını sağlıyor. Hayatımıza bir gün bir yerde dahil olan birileri vakti geldiğinde görevini tamamlayıp çıkıyor bazılarıysa tüm dengemizi etkileyecek şekilde bizimle birlikte kalmaya devam ediyor. Ben karşımıza çıkan her kişinin bizleri uyandırıcı, uyarıcı, dönüştürücü, iyileştirici ve kurtarıcı rolü üstlendiği görüşündeyim.


Bir noktada bu insanları hayatımıza dahil etmeyi ve çıkarmayı biz seçiyoruz. İrademiz ve hislerimiz bizleri ortak paydada buluşturup bunun kararını veriyor. Bu noktada asıl bahsetmek istediğim konu Antonine Sanint Exupery’nin Küçük Prens’te dediği gibi “ Ölene kadar sorumlusun bağ kurduğun her şeyden.” Cümlesi üzerine olacak.


Karşımıza çıkan insanların içerisinde bazılarının yerinin çok farklı olduğu bir gerçek. Bu arkadaş, eş,dost, sevgili, aileden herhangi biri sıfatıyla karşımıza çıkan biri olabiliyor. Kurduğumuz bu farklı bağ onların yerini hayatımızda daha belirgin kılıp, bizleri etkilemesine daha çok olanak tanıyor. Bunun iznini bizden başkası vermiyor. Tesadüfen kurulan hiçbir bağ olmadığı kanısındayım. Bizleri görünmez iplerle bir araya getiren bu bağ bizdeki eksik parçaları tamamlamak veya fazlalıkları gidermek amacı taşıyor. Bu gönül bağı oluştuysa şayet bir gün yollar ayrılsa bile bizlere sağladığı tüm o manevi sonsuz güç ebedi oluyor.


Bağ kurduğumuz insanlara karşı bizlere görevler düşüyor. Eğer bağ kurduğun insana bu gücü kendi ellerinle vermişsen ona karşı verdiğin tüm sözlerden ve yaptığın davranışlardan sen sorumlusun. Sana karşı olan her davranışı fikri senin izninle gerçekleşmiş, sen izin verdiğin için sürmeye devam etmiştir. Peki bu bağı tümden yok etmenin bir yolu var mı? Üzgünüm ama yok. Marketteki kasiyer abiyle aramda olan muhabbet neticesinde oluşmuş bağ evimde himaye altına aldığım kedim masala karşı da var. Ruhu olan bir canlıyla tanışmanı nasıl geri alamıyorsan aranda kurduğun bağın da hayatından çıksa bile sonsuza kadar süreceğini bilmelisin. Bizim hayatımızı etkileyen bağın karşımızdaki canın da hayatını etkilediği gerçeğini göz ardı etmemeliyiz. Hayatımıza girip çıkan herkesi özenle seçmeli, gelişigüzel hiçbir canlıyı hayatımıza dahil etmemeliyiz.



 Sağlıcakla kalın …


1 Haziran 2021 Salı

ACILARA YÜRÜYOR, KORKMUYORUM

 Sevgili okurum şubat ayı yazım sonrası yeniden merhaba...

Bugün 1 haziran akşamı. Umarım haziran ayı umduğumuz tüm güzellikleri beraberinde getirir. Amaçlarımıza ulaşmamızı sağlayan bir yol gösterici , yaşadıklarımız sebebiyle de şükür sebebi olur. Yaşadığımız bu zorlu günler gelip geçerken inadına yaşama tutunma azmin seni hayata bağlayan yegane şey . Unutma" Bir umuttur yaşamak" ! diyor ve  biricik rehberimiz " acı" larımızın hayatımızdaki rolü hakkında yazmak istiyorum.




Acı nedir ? Sahi sence nedir acı ? Lügat' a göre her hangi bir dış etmenden dolayı duyulan rahatsızlık, üzüntü, elem gibi anlamlara gelir. Maddi acı çoğumuza göre aynı duyguları anımsatırken , manevi acıyı her insan farklı tanımlar kanaatimce. Çünkü insan çok yönlü bir varlıktır. Duyumsadığı şey bir çok dış ve iç etmenden etkilenir ve hislerine yansır. Ancak ortak olan bir şey var ki her canlının kullandığı ortak dil aynı acıya ortak olmaktır. 

Peki bu acı diye tanımladığımız şey bize ne anlatmak için var ? Neden acı çekmek zorundayız ? Bu hayatta hiçbir şeyin amaçsız, tesadüfen yaşandığına inanmıyorum. Çekilen hiçbir acı sebepsiz olamaz.  Acı çekmeden sen sen olamazsın demiyorum. Tabi ki acı sevilmez ve bu hayata acı çekmek için gelmedik  benim söylediğim şey şu ki çektiğimiz acılar bize bir şeyler anlatmak istiyor. Viktor Frankl'ın "İnsanın anlam arayışı" kitabını okuduğumda beni düşünmeye iten yegane duygu şuydu ki:  İnsan'a hayatı yaşanılmaz kılan, çektiği  ızdırap değil hayatta bir amaca tutunamamak olduğuydu. Ve bahsettiğim gibi acının da bir amaca hizmet ettiği oluşuydu. 

Kendi hayatımı düşündüğümde başıma gelen üzücü olaylar, hatta geçmişte ailemin yaşadığı talihsizlikler bile bir amaca hizmet ederek hayatıma dokundu. Benim sayemde de başka hayatlara dokundu ve bu döngü sonsuza kadar sürecek. 

Acı duymak hayatımızı çekilemez hale sokabilir. Bu noktada bize destek olacak düşünce çektiğimiz bu duygunun dünyada oluş sebebimize hizmet edebilecek bir güç olduğu. Bu bilinçle yaklaştığımızda O duygunun bizi beslediği, bizim için gerekli olduğunu anladığımız anda daha çekilebilir hale dönüşüyor. Bunu bir çok kez deneyimlemiş biri olarak gönül rahatlığıyla söylüyorum. 

Hayat acılarıyla ve acıların katkıları dediğim mutluluklarıyla var. İnsanoğlu her duyguyu deneyimlemeli ki yaşamın orta noktasında olduğunu bir amaç uğruna dünyaya geldiğini öğrenebilsin . Acı duymayı değil, yaşamını sevmelisin. Bir sen daha yok ve var olmayacak. Umarım hayatının bir noktasına dokunabilmişimdir.

 Mutlu kal. 

Sağlıcakla kal Güzel okurum.

26 Şubat 2021 Cuma

LAFIN KISASI -2



 Herkese yeniden merhaba... Bloguma ben yokken katılan arkadaşlarımın hepsine hoş geldiniz diyerek başmak istiyorum ;) evvet uzun bir süre ortalarda yoktum ve en sevdiğim aktivitem blog incelemeye ve blog yazmaya ara vermiş bulunmaktaydım. Aslında yeni yıl hedeflerimde daha fazla yazı yazmaya ağırlık vereceğimi söylemiştim. Daha yılın ilk başından çuvalladım sanırım :) Lakin bir takım yaşam değişiklikleri ve yeni fikirlerle birlikte geldim.

Lafın kısası -2 yazımda da kısaca hayatıma kattığım değişikliklerden biraz bahsedeceğim.

Öncelikle yine yeni yıl hedeflerim arasında olan erken kalkıp yola koyulmak temasını hayatıma geçirebildim. Artık saat 7 itibariyle kalkıyor, kahvemi yapıyor, en sevdiğim penceremden bakarak sabah sessizliğini dinliyor ve günlük plan yapıyorum. Bu yöntem bana sabah salgılanan endorfinin etkilerini gerçekten hissettiriyor güne daha dinç başlıyor ve enerjik bir şekilde sürdürüyorum. Artık buna blog yazmayı da ekleyeceğim yani umarım :D Lütfen beni gaza getirin ;)))

İkinci olarak yaptığım şey günümü planlamak. Bunu sabah kahvemi içerken yapıyorum." Pomodoro" tekniği olarak bilinen yöntem bu süreçte çok işime yaradı. Nedir pomodoro ? 25 dakika odaklan 5 dakika mola ver ve 4 setten sonra 15-20 dakikaya molanı arttır. Bu yöntemi peki nerelerde kullanıyorum ? Öncelikle  çalışmam gereken bir takım sınavlar ve meslek eğitimlerimde kullandığım bir teknik. Ayrıca sadece çalışma için değil odaklanmam gereken herhangi bir uğraş için örneğin kitap okumak, yemek hazırlamak, ortalığı toplamak, hobilerle uğraşmak... bunlarda da etkili olduğunu düşünüyorum. Günümü 3 e bölüyorum ilk yarısında kahvaltı, sevdiğim diziyi-videoyu izleme, egzersiz ile geçirirken ikinci yarısına bir saatlik uyku ile başlıyorum ve ders çalışma kitap okuma hobi uğraşı ile devam ediyorum üçüncü ve son yarısını ise yemek hazırlama ve eşimle vakit geçirme oluyor, genelde boş vakit yaratıyorum. Tekrarlarımı bu sürede yapıyor ve dinlenmeye vakit ayırıyorum. Evde olduğum bu süre zarfında olabildiğince verimli olmak benim birincil hedefim.

Üçüncü olarak edindiğim bir başka alışkanlık düzen ve temizlik. Haftanın aynı ve tek gününü evimdeki dolapların, kitaplığın, kağıtların... akla gelebilecek dağınık duran her şeyin düzenini sağlamaya ayırıyorum. Ayrıca haftanın bir başka günü ve genelde ilk gün pazartesi oluyor ;) Dip bucak temizliğe ayırıyorum. Böylece tüm haftayı ferah ve enerjik bir biçimde tamamlıyorum.

Umarım yasaklar ülkemizde kalktığında gezmeye ve keşfetmeye de bol vakit ayıracağımız günler gelecektirç Yaşamak güzel şey... Kıymet verirsek.

23 Ocak 2021 Cumartesi

KİTAP İNCELEMESİ "HAYVANLARDAN TANRILARA SAPIENS"

Merhaba güzel okurum. Kendimi özlettim biliyorum lakin yeni fikirler ve adımlar atmaya bir hayli zamanım oldu. Yeni yıla bol bol yazı yazarak girmeyi planlıyordum fakat pek mümkün olmadı. Söz veriyorum yazılarımın sayısını ve kalitesini arttıracağım. Neyse konumuz bu değil :) Sizlere geçen ay başladığım ve yakın bir zamanda bitirdiğim güzel bir kitap içeriğinden bahsedeceğim. Ben ilgisini çekenlere yararı olacağı kanısındayım. KEYİFLİ OKUMALAR



Yuval Noah Harari'yi duydunuz mu ? Eğer duymuşsanız insan tarihi üzerine romanlarını da biliyor olmalısınız. Bahsedeceğim romanı "HAYVANDAN TANRILARA SAPIENS". Kitapseverler bu romanı daha önce keşfetmişler belki de okumuşlardır. Benim zaman planım bu zaman aralığına denk geldi ve okuma fırsatım oldu. Kitap esasen kışkırtıcı olmakla beraber merak uyandırıcı. Farklı görüşleri aynı çatı altında toplayıp bizlere bakış açısı farkındalığı kazandırıyor. Özellikle Evrim konusu tartışmalara zemin hazırlayacak türden. Güzel örneklemeleriyle bizlere derin tarihi bilgiler sunduğu fikrindeyim. O halde kitabın içeriğini gelin beraber inceleyelim.

Kitap genel olarak beş kısımdan oluşuyor. Sapiens tarihini: Bilişsel devrim, tarım devrimi, insanoğlunun birleşmesi, bilimsel devrim ve sonsöz tanrılaşan insan olarak ayırıyor.

Bilim tarihini evrimi konu alarak başlatıyor. İlk insan yaratılışını ve ilkel topluluklardaki oluşum ve yaşam yapısından bahsediyor. Bu bölüm benim açımdan farklı bakış açılarına sahne olduğum bir bölüm oldu. Bir şempazeden evrimleşmiş olan ve kademe kademe evrimleşerek bu gün ki akıllı varlık homo sapienslerin ortaya çıkışıyla girizgahı yapıyor. Bu görüş çoğu inançlı kimseler için Hz. Adem ve Hz. Adem inancını desteklemediği için tepki topladığı görüşündeyim. Hz Adem ve Hz. Havva'nın dünyada olan bir cennetten kovulduğu iddiasını savunuyor. Evrim ve İnançlar tartışılası bir başka konu olmakla beraber ben sadece kitap içeriğinden bahsetmek istiyorum. Ayrıca bu bölümde günümüze de atıflar da mevcut spoiler vermemek adına sadece bahsetmekle yetiniyorum. 

İkinci kısım tarım devrimi bölümünde insanların tarımla beraber çok şey kazansa bile bazı şeyleri beraberinde yok ettiğini konu alan kitap, sapienslerin Avcı-toplayıcı atalarımızdan daha çok çalışmalarının gerektiğini ve daha çok acı çektikleri görüşünde. Tarım devriminin tarihin en büyük aldatmacası düşüncesinde. Homo sapiensler tarım devrimiyle  nüfus patlaması  ve şımarık seçkinleri beraberinde getirdi.

Üçüncü Kısım İnsanoğlunun topluluklar halinde birleştiğinden ve topluluğun getirdiği sosyal konuları ele alıyor. Bunlar para, dinler, mitler gibi konular. Ayrıca savaşları, toplumsal kuralları da içeren geniş bir anlatıma sahip. Heyecanla okumaya devam ediyor ve meraklanıyorsunuz. Yine günümüze atıflar mevcut.

Dördüncü kısım bilimsel devrim bölümünde cehaletin keşfinden bahsediyor ve bilimin topluluklara getirdiği değişimlerden bahsediyor. Ayrıca sanayi devriminin getirdiği devletlerin üretim modellerinden bahsediyor. Aile yapısı ve tüketicilik de diğer konular arasında. İtiraf etmeliyim ki bu bölümde bir hayli sıkıldım ancak kesinlikle okunması gerektiği görüşündeyim.

Ve son bölüme geldiğimizde yazar son noktayı koyuyor ve söyle diyor Homo sapiensler dünyaya egemen oldu ve kendini tanrı zannediyor. Hayvan endüstrisinden bitkilerin ve doğanın bozulmasına kadar her şeyde eli var ve kendi hariç her şeyi hiçe sayıyor. Bencil yaratık Homo sapiensler böyle giderse dünyanın sonunu kendi getireceğe benziyor.

7 Ocak 2021 Perşembe

BİLİNÇALTIMIZIN HASTALIKLARLA BAĞI

 Merhaba güzel okurum.

Her şeyden önce 2021'in ilk yazısı olduğunu belirtmek isterim. Bu yüzden güzel temennilerimle giriş yapmak istiyorum. Umarım beklediğiniz, sizlere umut aşılayan bir yıl olur ve güzellikleri beraberinde getirir.




Bir bilince sahip olarak dünyaya gelen bizlerin aslında bir laneti vardı. O da şu ki unutamamak. Yaşadığımız olayları, birliktelik kurduğumuz kişileri, geçmişteki kötü anıları. Bilinç sahibi insan hem maddesel olarak hem de ruhsal olarak hakkını veriyor ve her şeyi depoluyor. Peki bu her şeyi depoladığımız beyin bir süzgeç görevi görüp kötülüklerden bizleri arındırabiliyor mu ? Bir söz okumuştum. Mide denen organ beyinden daha akıllıdır o yediklerini sindirir ve dışarı atar ancak beyin her şeyi depolar diyordu. Doğru söze ne hacet!

Bilincimiz ve psikolojimiz arasındaki bağ da böylelikle boy gösteriyor. Bu güne kadar yaşanılan her olayın altındaki nedenin bir psikolojik hastalığa sebebiyet verdiğini ve tanımını gayet açık biliyoruz. Bu günlerde de daha iyi  anladığımız bir şey var ki bizlere aşılanan düşünce ve davranışlar yalnız psikolojimize değil bedensel rahatsızlıkların da temelini oluşturuyormuş. Bunu bir astım krizinden tutun kifoz denen duruş bozukluklarına kadar her türlü rahatsızlıkla ilişkilendirebiliriz.

"Self integral" denen bir terapi yöntemi var buna bilinçaltı temizliği de diyorlar. Ben bilinçaltının bir süpürge tutulur gibi temizlendiğine inanmayanlardanım. Sadece farkındalık kazandırılarak sorunlara çözüm bulunabileceğini düşünüyorum. Tıp çözüm bulamadığı hastalıklara genetikten kaynaklı derken self integral terapi geçmiş kuşakların yaşadığı çatışmaların dahi günümüzdeki hastalıklara sebebiyet verebileceğini düşünür. Bu yandan bizlere farklı ve güzel bir bakış açısı sunduğu görüşündeyim.

Birkaç örnek vererek hastalıklar ve bilinçaltımız arasındaki ilişkiyi açıklamaktan keyif duyacağım. Migren hastalığının nörolojik bir çok sebebi var ancak bilinçaltımızda baba ile çok çatışma yaşanması ve kendini başkalarıyla kıyaslama dürtüsü tetikliyormuş.

Bir diğer örnek bireylerin kendiyle gurur duymadığı bir olay yaşamasının veya bir annenin çocuklarıyla ilgili kaygısının artması durumunda romatizma hastalığı boy gösteriyormuş. Yine aynı biçimde sindirilemeyen, kendini ifade edemeyen bireylerin sindirim sistemi sorunları ön plana çıkıyormuş. Astımın kaynağı anne ile ilgili problemler olduğunu düşünür müydünüz?

Özellikle bu dediğime çok şaşıracaksınız. Miyom ve fibroid oluşumunun bir nedeni uzun ve sancılı doğum, düşük bebeklerin bir anısı olarak ortaya çıkmasıymış.

Evet sözlerime hastalıkların bir olumsuzluktan ziyade bizdeki bir durumu düzeltme amacını taşıdığını unutmamamız gerektiğini düşünüyorum. Her hastalığın bizlerde değiştirmek istediği bir sebep var hastalık teşhisinde genetiğimizden ziyade bir de psikolojimize ve bizden önceki kuşakların psikolojisine yönelmemiz gerekiyor. Düzeltebileceklerimizi düzeltmemiz görüşündeyim. Farkında kalalım ve bilinç altımızı temiz tutmaya gayret edelim. Güzel şeyler düşünüp başımıza gelmesini ümit edelim.

Sevgiyle Kalın ...

30 Aralık 2020 Çarşamba

YENİ SİSTEM : DÖNGÜSEL ÜRETİM MODELİ



Merhabalarrr, sevgiler, saygılar güzel okurum.

Bu yazımda bizleri çook ama çok ilgilendiren ve büyük kitlelere ulaşması gereken, yıl biterken 2020 yılının sürdürebilirlik yılı olduğu gerçeğini yadsımadan öğrenmemiz gereken harika bir konudan bahsedeceğim. Şahsen beni çok alakadar etti ve okuyunca bu konuda blog yazısı yazmalıyım dedirten türde bir mesele oldu.









DÖNGÜSEL EKONOMİ HAREKETİ? belki tanımını biliyoruz ancak ne ifade ettiğini duydunuz mu ? bilmiyorum. Lakin ben yeni öğrenmiş bulunuyorum peki tam olarak nedir bu döngüsel ekonomi ondan bahsetmek isterim.

Tanımına girmekten ziyade şöyle örnekleyeceğim: Bizim şu anda uyguladığımız kullan-at sistemi yani doğrusal ekonominin tam zıttı. Ürettiğin hiçbir malzemeyi atma geri dönüştür ve kullan. Bunu da ekonomiye yansıt. Temel prensibi aslında tam da bu.

Ben fevkalade güzel buldum bu düşünceyi. Üretim çağında çığır aştığımız bu günlerde kullan at düşüncesi doğayı ve insanlığı tam anlamıyla tehdit ediyor bulunmakla birlikte geleceğe kötü bir yatırım bırakmakla bizleri düşündürüyor. Hiçbirimiz gelecek nesillere kötü bir dünya bırakmak istemeyiz diye düşünüyorum.

Geçen senenin bir haberi var "H&M ve IKEA iklim dostu tedarik zincirine geçiyor !"

ayrıca sürdürebilirlik hedeflerini ortaya koyan bu iki üretim devi bizlere umut vaad ediyor. Bu haber beni çok mutlu etmişti yine bu sene de bu kararlılıklarını koruduklarını görüyorum. Bu hedeflerden kısaca bahsetmek isterim.


 ❝ Grup, çevre etkisi nötr olacak bir tedarik zinciri oluşturmayı, kendi operasyonlarında yüzde 100 yenilenebilir enerjiye geçmeyi; 2030 yılına kadar tüm ürünlerinde sadece geri dönüştürülmüş ya da sürdürülebilir kaynaklardan elde edilen malzemeler kullanmayı; 2020 yılına kadar pamuk kullanımını yüzde 100 sürdürülebilir kaynaklardan sağlamayı; her yıl 25 bin ton tekstil ürününün toplanarak geri dönüşüme sokulmasını veya yeniden kullanılmasının sağlanmasını hedefliyor. ❞ (https://www.dunya.com/kose-yazisi/hm-ve-ikea-iklim-dostu-tedarik-zincirine-geciyor/446259)


Ayrıca tüketici bilgilendirmesi ve yer alan aktörlerle işbirliğini de hedefliyor. Geçenlerde kıyafet toplama harekatını da duymuştum bu sevindirici bir haber.

Aynı zamanda IKEA'da sürdürülebilir ormancılığa ön ayak oluyor. Ve bazı hedefleri mevcut bu hedeflerden bazıları;


 ❝Ürünlerin döngüsel esaslar doğrultusunda tasarlanması, sadece yenilenebilir ve geri dönüştürülebilir materyaller kullanılması; 2020 yılında hem müşteri, hem de çalışan restoranlarındaki tek kullanımlık plastik ürünlerden vazgeçilmesi; IKEA restoranlarında sebze bazlı çeşitlerin artırılması; 2025 itibarı ile evlere ürün teslimat süreçlerinde sıfır emisyon hedefinin yakalanması; 2025 yılında güneş enerjisi üretimi çözümlerinin 29 mağazada kullanılıyor olması ve 2030 yılında karbon nötr şirket konumundan, çevreye pozitif etki edici konuma geçilmesi (https://www.dunya.com/kose-yazisi/hm-ve-ikea-iklim-dostu-tedarik-zincirine-geciyor/446259)


Verdiğim bu iki örnek umarım tüm dünya üretim devlerine örnek olur ve güzel bir gelecek için gereken zemini oluşturur. Lakin böyle haberler görmek beni çok mutlu ediyor ve umutlandırıyor. Tabii biz tüketicilere de bu harekete destek vermek düşüyor. Daha çok böyle güzel haberler duymaya devam etmek dileğiyle ... Hoşça Kalın. Mutlu yıllar.


28 Aralık 2020 Pazartesi

LAFIN KISASI -1

 Heyoo yeniden merhaba sevgili canım okurlarım. Nasılsın? Umarım güzel haberler aldığın bir gün olur.

Bu gün işlerimi bitirip bilgisayarımın başına anca geçtim. Hava ANKARA'da soğuk ama karlar eridi. Bir yandan güneşi görüp heyecanlanırken bir yandan kuraklık aklıma geldikçe üzülmüyor değilim. Ee malum iklimler değişiyor. Bizlere de dua etmekten ve yaşadığımız dünyaya nazik davranmaktan başka çare kalmıyor.



Neyse bu kadar sorun varken sorunlardan bahsetmek yerinde bir tercih değil sanırım. Biraz da güzelliklerden bahsedelim. LAFIN KISASI;

Sizlere sevgili JD SEZER 'in hakkımda yaptığı röportajdan bahsetmek istedim. Blogum  ve kendim ile ilgili detaylı bilgilere yer verdik umarım beğenirsiniz linki bırakacağım .

Sevgiyle Kalın...

BURADAN ULAŞABİLİRSİNİZ

https://jdsezer.blogspot.com/2020/12/yasemin-cetinkaya-kimdir.html

24 Aralık 2020 Perşembe

SEKÜLER KÜLTÜRDE MÜSLÜMAN KALMAK


Sevgili okurum öncelikle yeni yazıma ve blogumu yeni keşfettiysen sayfama hoş geldin sefalar getirdin...Ankarada bu gün kar var, ne çok hasretle beklemiştik yağmasını sonunda az da olsa yağdı. Bu günün şerefine yeni yazı patlatayım dedim :)

Yazımda insanların çoğu zaman konuşmaya çekindiği ya da tartışmalara zemin hazırlayacağı korkusuyla sustuğu bir konudan bahsetmek istiyorum. Ben de ne zamandır yazmaya fırsat bulamamıştım bu güne kısmetmiş.



Sekülerite wikipedia tanımına göre "Dünyevi veya geçici anlamına gelmekte olup devlet ve dinin ayrı olması veya özellikle bir dine bağlı veya karşı olmama anlamını taşır. Sıfat hali sekülerdir."

Seküler bir yaşam dini bir yaşamla tamamen zıt anlamda kullanılan bir hayat biçimi. "Dünyevileştik İslam'dan uzaklaştık" cümlesini çoğu zaman duyarız. Bu kalıp cümle bana göre gerçeği tam anlamıyla yansıtmıyor. Öyle ki dünyevileşmek dinden uzaklaşmak için bir sebep olmamalı. Hatta İslam inancına ve diğer dinlere göre dünyada geçirdiğimiz hakikatli günler ahirette bize ışık olacaktır. 
Tanımında da diyor ki dine bağlı veya karşı olmama hali. Yani inanıp inanmamakta tamamen özgürüz.



Sekülerite akılı öncelik kabul eder. İslam da aynı şekilde aklını kullan araştır sorgula der. Yaşadığımız çağ tamamen seküler kültürün ve çok inançlı, farklı yaşam biçimlerine sahip insanların hakim olduğu çok kültürlü bir çağ. 20 sene önceki Müslüman bir aileyle günümüzdeki müslüman bir aile tamamen farklı mizaçlara sahip. Teknolojinin ve medyanın etkisiyle artık eşit ve özgür sloganlarıyla Müslüman bir insan da ateist bir insan da aynı şeyleri yapıp aynı şeylerle mutluluk duyabiliyor. Özellikle genç nesil Müslümanlık kültürünü farklı bir boyuta taşımış durumda. Peki bu kavgada haklı olan kim ?

Bir ideolojiye körü körüne bağlı kalmak farklı düşüncelerdeki insanlara kulaklarını kapamak ve onları basitleştirmek, ötekileştirmek demektir. Terör ve İslamafobi günümüzde insanları İslam'a karşı öfke aşılamakta ve batı kültürüne yaklaştırmaktadır. Aynı şekilde medyanın kötü propagandaları nedeniyle insanlarda İslam'a nefret ve olduğundan bambaşka biçimlerde yansıtma söz konudur. Bunların medyanın kurgusu olduğuna hemfikir olmalıyız. Diğer yandan tarikatlar, hocalar, İslam'ı kullanıp kötülük yapanlar insanları İslam'dan soğutma ve sorgulama gereksinimine sokmaktadır.

Sekülerite ve Müslümanlık aslında ortak bir şeyi söyler sorgula, aklını kullan bir şeye körü körüne bağlanma. Sanılanın aksine seküler kültürde benim fikrimce Müslüman olmak ancak herkesin inanç sistemine saygı duyulur ve inandıkları engellenmeye çalışılmadığı sürece zor değil.Lakin bazı şeyler de daha tutucu olmamız gerektiğini düşünüyorum. Din de dünyevileşmek de aile yapımızı bozmamalı, insanları sabote etmemeli ve toplum düzenini al aşağı etmemeli. Benim tek temennim birbirimize insanca yaklaşabildiğimiz, inançlarımızı ve inandıklarımızı savunabildiğimiz temiz bir toplum yapısı... Umarım yeni kültürde buna ayak uydurabiliriz.

Sevgiyle kalın...



19 Aralık 2020 Cumartesi

KELİME OYUNU -3

 Merhabalarrr değerli okurlarım... 

Bu hafta kelime oyunu etkinliğine katılışımın ikinci haftası. Bir önceki yazıma gelen olumlu eleştiriler beni daha çok motive etti. Bakalım bu haftaki  nasıl olacak. Etkinlik kelimelerini sevgili KENDİ DÜNYASINDA seçti. Çook heyecanlıyım bu haftaki kelimeler de yine enfesto. O zaman sizi hikayemle baş başa bırakıyorum.

Kötüler  En Başta Kaybedendir

Zambaklar diyarında gözleri zümrüt yeşili, saçları ipekten yumuşak, dişleri inciden daha parlak olan Prenses Almeda adında güzeller güzeli bir kız hayata gülümsüyormuş. Annesi küçük yaşta vefat edince babası ,Almeda'ya hem dadılık hem annelik yapması için Almeda'nın teyzesiyle evlenmiş. Dul olan teyzesi de kendi çocuklarına iyi bir gelecek sunmak için Kral Artur ile nikah masasına oturmuş. Bir evin bir kızı olan Almeda artık kuzenleriyle kardeş olup aynı evi paylaşmak, sahip olduklarını yarılamak zorunda kalmış. Almeda'nın güzelliği kadar kalbinin güzelliği de dillere destan destanmış yalnız bir kusuru varmış o da insanlara çok çabuk güvenmesi ve bağlanması. Hayallerini süsleyen,  ona güzel hayatlar ve mutluluk dolu bir gelecek vaat eden kötü kalpli bir adama aşık olmuş. Adam onu türlü yalanlarla kandırıyor yeri geliyor mücevherlerini gasp ediyor yeri geliyor onu aldatıyormuş. Ancak aşk büyüsünden sarhoş Almeda bunların hiç birini görmüyor sarhoş bir biçimde o adamın hayalleriyle yaşıyormuş.


Almeda'nın üvey annesi yani teyzesi Almeda'nın bu adamla mutlu olamayacağını ve ondan ayrılmasının daha yerinde bir karar olacağını söylemiş. Almeda ise teyzesini ne kadar kırmak istemese de ayrılmayacağı ve onunla evleneceği konusunda diretmiş. Babası da biricik kızına kıyamayacağı için kızının isteğini kabul etmiş ve tek dileği o adamla evlenmek olan prensesin rüyası gerçek olmuş ve evlenmişler. 

Babası Almeda'dan ayrılmak istemediği için şatosuna kızını ve damadını da yerleştirmiş. Kalabalık bir aile olmuşlar günler mutlu mesut geçiyor kimse bu mutluluğun bozulmasını istemiyormuş. Kötü kalpli damat bir gün ağır bir hastalığa yakalanmış, doktorlar amansız bir hastalıkla boğuştuğunu  en fazla iki ay yaşayabileceği söylüyormuş. Bu duruma çok üzülen Almeda onun son isteklerini yerine getirmek için canını dişine katarak çabalıyormuş. Kocası ise tuttuğu yalancı doktorla zengin olma hayaline giderek yaklaşıyormuş. Lakin bu isteğini deli gibi tutunduğu ailesiyle birlikte gerçekleştirmek için can atıyormuş. Meğer ailesi Almeda'nın teyzesi sandığı kadın aslında kötü kalpli damadın annesi ve kardeşleriymiş. Teyzesi de başından beri bunları biliyor ne Kral Artur'a bir şey belli etmiyor ne de Almeda'ya haberci oluyormuş. İstedikleri şey Kral Artur ile biricik kızı Almeda'yı ortadan kaldırıp tüm mirasa sahip olup malların başına geçmekmiş.

Özgürlük düşkünü teyze ise kocasından tamamen kurtulup zenginlik içerisinde rahat bir yaşama adım atmak istiyormuş.

Bir gece damat kötüleşme numarası yapmış doktor ise  damadın ölüm haberini tüm şatoya duyurmuş fakat damadın tek isteği öldüğünden şatodakiler hariç kimsenin haberi olmamasıymış. Almeda bunu da kabul etmiş ve kötü kalpli damat ortadan kaybolmuş. Kötü kalpli teyze ise bir plan peşindeymiş. O da ölen oğlunun ölüm yemeğinde kocası ve kızını zehirleyip kahırlarından öldüklerini ispat etmekmiş. Bu zehir onları günden güne yataklara düşürecek ve ölümlerine şahit olacakmış. Ve beklenen olmuş günden güne sararıp solan Kral Artur ve Prenses Almeda bir gün vakitsiz ölmüşler....

İstedikleri gerçek olan aile sevinç naraları atarken, sefa içinde yaşama hayalleri kurarken bunların hepsini duyan ve Kral Artur'un ahiretlik sevgisini kazanan hizmetçi Flora bir gün şatoyu ateşe verip tüm çalışanları şatodan uzaklaştırmış. Kötü kalpli aile ise sonsuza kadar dönmemek üzere şatoyla birlikte kül olmuşlar.


Bu hikaye de böylece bitmiş. Kötü kalpliler yine muradına erememiş. İyilik her zaman kazanmış...

Umarım bu entrika dolu öykümü beğenmişsindir. Yorumlarını Lütfen belirt. Teşekkür ederim...



Bu arada DEPRESİF PATATES'İN YILBAŞI KİTAP ÇEKİLİŞİNİ DUYDUNUZ MU ? :) Linkini bırakıyorum.

https://depresifpatates.blogspot.com/2020/12/100-yayin-ozel-cekilis-otostopcunun.html

15 Aralık 2020 Salı

YENİ BİR BEN

Selaaam güzel okurum. Nasılsın umarım iyisindir?

Beni sorarsan ben çok iyiyim. Aslında bu yazıyı dün yazmaya niyetlenmiştim ancak bir türlü odaklanıp başına oturamadım bilgisayarımın. Bugüne nasipmiş. Neden dün ? Dün benim için özel bir gündü doğum günümdü. Aklımdan geçen bir kaç düşünce ve aldığım yeni kararlar oldu. Yılbaşından önce her sene böyle kararlar alır, liste yapar uygulayabildiğim kadarını uygulamaya çalışırım. Yani yeni yıla yeni yaşım da eşlik eder. Kafamdaki düşünce artık her sene bunu rabbim ömür verdikçe tekrarlamaya çalışacağım.



Evvet başlayalım o halde. 10 madde halinde bu seneden çıkardığım dersler ve uygulayabileceğim bazı maddeleri size de ilham olması açısından paylaşacağım. Bakalım beğenecek misin ? :)

Verdiğim kararlar hepimizin aslında hayatına uygulamak isteyip uygulayamadıkları olduğunu düşünüyorum. 

1- Güne erken başlamaya karar verdim. 
Bu karar aslında yıllardır uygulamaya çalıştığım mesleğim sebebiyle vardiyalı çalışmamdan dolayı hiç uygulayamadığım bir karar. Hazır şu an ara vermişken uygulamaya yavaş yavaş başladığım ve enerjiden tutun daha aktif bir gün yaşadığımı an be an fark ettim. Bahsettiğim zaman sabah namazı itibariyle güneş doğmadan önceki aralıkta uyanmak.

2- Daha çok şükretmem gerektiğine karar kıldım. Bu da bana uzun vadede daha mutlu bir yaşamın kapılarını açacağı anahtarı sundu diyebilirim. Ne zaman isyankar olsam hiçbir şey yolunda gitmedi velhasıl ne zaman sahip olduklarıma şükretsem hep daha fazlası bana geldi. O yüzden daha çok şükredeceğim günlerim olmasını diliyorum.

3- Daha hareketli bir hayata ayak basmak istiyorum. Önceden hareket halinde oluşum ve bazı sağlık sorunlarım nedeniyle hiç kilo sıkıntısı çekmedim. Ne zaman bu pandemi dolayısıyla hareket alanım kısıtlandı, kilo almaya ve kendimi beğenmemeye başladım. O yüzden günde mutlaka 20 dk hareket ve ya spor ihtiyaç olmaktan çok zorunluluğum haline geldi.

4- Gelişimin her yaşta olacağı inancım daha da katlandı ve durmadan gelişmek temel görevlerimden biri haline gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda çok güzel bir söz okumuştum sizinle de paylaşayım." Gelişmek acı vericidir. Yüzleşmek zordur. Hataları kabul etmek yürek ister. Bakış açısını değiştirmek ise cesaret ister. Fakat, sana en çok zarar verecek şey şu an bulunduğun yerde takılı kalmaktır. İlerle, durma..."

5- Sadeleşme adımlarımı arttırmaya karar verdim. Bu sene Minimalizm'i hayatıma uygulamak için girişimlerde bulunduğum bir sene oldu ve bunu arttırmanın yolunu arayacağım. Bu konuda daha sonra uzun konuşuruz lakin şunları söylesem yerinde olacak sanırım. Fazlalıkları ve eskimişleri biriktirme. Dağıt, dönüştür , yenile ya da at.

6- Tasarruflu olma kararım. Bu karar pandemiyle birlikte hepimize kendini hatırlattı sanırım. Para tasarrufu ise bunların başında geliyor. Kimimiz işsiz kaldık, kimimiz mesleğini yapamadık. İkincisi de bence su tasarrufu . Bu konuda mutlaka eğitim almamız gerektiğini düşünüyorum. Kaynaklarımıza sahip çıkalım. Bir gün hasret kalabilir ve ya bizden sonraki nesile kurak bir toprak mirası bırakabiliriz.

7- Sevdiklerimi daha sık aramaya karar verdim. Artık insan ölümleri avcı toplayıcı topluluklarda olduğu gibi hayvan saldırması ve ya açlıktan olmuyor. Çok daha tehlikeli boyutlarda her an insanlar ölebiliyor. Ölüm varken şu dünya da ya bir gün ona ulaşamazsam düşüncesi beni sevdiklerimi daha çok aramaya ve hatırlarını sormaya teşvik etti.

8- Temizlik ve düzeni erteleme hastalığımı sanırım yendim. Ne zaman biriktirsem o kadar çığ gibi büyüdü o yüzden erken müdahale her şeydir diyorum. Bu telefon içerik temizliği, e posta temizliği, ev temizliği her konu da böyle bence.

9- Daha sık yazmaya karar verdim. Yazdıkça psikolojik olarak iyi hissediyor hem kendimi iyileştiriyor hem de çevreme yararlı olabiliyorum düşüncesindeyim :)

10- Ve son olarak en önemli madde Kendime değer vermeye karar verdim. Hep başkalarını ön planda tutmayı seven ben artık kendime değer verecek  ve böylece ışık saçacağım. Bu karar bu sene verdiğim ve uygulamaya başladığım en önemli kararım oldu.


Söyleyeceklerim bu kadar sevgili arkadaşlarım. 
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Sizin de değişip ders aldığınız konular varsa yorumlara yazın bizler de feyz alalım. Sevgiyle kalın ...






12 Aralık 2020 Cumartesi

KELİME OYUNU - 2

 Merhabalar güzel okurum.. 

Sevgili Deeptone'un o hoş  öykülerinden sonra ben de kelime oyununa katılmaya karar verdim. Bu haftanın kelimelerini sevgili Kırmızı Ruh'tan alıyor ve öykümü sizlere sunmak istiyorum. Umarım beğenirsiniz. Biraz hüzünlü baştan söyleyeyim :( 

Angelina'nın Yalnız Günü

Her sabah kalkar kahvesini içer kırmızı terliklerini ayağına geçirir ve öğle saatlerine kadar pencereden dışarıyı seyrederdi Angelina. Kırmızı bir tutkuydu onun için, bu renge aşıktı ve tamamen onu yansıttığını düşünürdü. Bu gün o şık kırmızı elbisesini giydi, kırmızı rujunu sürdü, saçlarına fön çekip güzel bir kahvaltı hazırladı kendisine. Kendini mutlu etmeyi severdi, değerli olduğunu düşünürdü. Üniversitede çok fazla arkadaş edinmişti Angelina. Bu iş hayatında da devam etmişti ve onun sosyal hayat konusunda kimseye yetişemeyeceğini düşünürdü. Kitap kulübü sayesinde de güzel arkadaşlıkları olmuş, farklı ortamlarda bulunmuş, hayatında hiç yalnızlık çekmemişti. Bugün doğum günüydü Angelina'nın. Onca arkadaş, tanıdık onu bugün hatırlamamıştı. Viskisini kadehine doldurdu, sorguladı hayatı ve arkadaşlıklarını. Sahiden bu kadar zaman harcadığı, beraber gülüp eğlendiği, tartıştığı onca insan neredeydi nereye kaybolmuştu. Oysa bu onun en özel günü olmalıydı. Yeni tanıştığı İrlandalı arkadaşı iyi bir kızdı o mutlaka yanına gelir onu mutlu etmenin yolunu mutlaka bulurdu. Ama o da gelmedi...

Akşam oldu onu bir tek tanıdığı bile aramamıştı. Annesi aradı sevinçle telefonu açtı annesi halini hatırını sormuş fakat o bile bu özel günü hatırlamamıştı. Derin bir üzüntüyle kendini alkole kaptırdı Angelina. Koltukta uyuyakalmıştı  Bir rüya görmüştü. Rüyasında, Uçurumun kenarındaydı. Arkasında bir sürü insan vardı ve tanıdık simalardı bunlar. Üniversitede hoşlandığı çocuk, kız kardeşi, iş yerindeki yakın arkadaşı hepsi orada ve onu izliyor hiçbiri ona müdahale etmiyor, gülüyorlardı. O ise onlara kızgın bir şekilde tek ayağını havaya kaldırdı ve kendini boşluğa bıraktı. Tam o anda kan ter içinde, uykusundan sıçrayarak uyandı. Ağlamaya başladı. Saate baktı gece 3 olmuştu. Herkes derin uykusunda yatıyordu. Kalktı duş aldı, oturdu ve hayata insanlara küfürler savurdu. Küfür edince rahatladığını hissetti ve kendi kendine gülmeye başladı. Bütün bu insanlara anlam yüklemesi saçmalıktı, etrafında kimsecikler yoktu kendinden başka ve bir kez daha anladı ona kendinden başkası lazım değildi. İnsanlarla ilişkilerinde daha fedakar olmamaya karar verdi. Sadece o fedakarlığı kendine yapacaktı bundan sonra...

 


9 Aralık 2020 Çarşamba

HYYGE FELSEFESİ İLE TANIŞ






Herkese yeniden Merhabaaaa. Yeni gelen blog arkadaşlarıma da hoş geldiniz diyorum. Soğuk ve sıkıcı Ankara günlerinde sanırım sığınacak en iyi yollardan biri yazmak...

Bu yazımda çoğumuzun  kendine yaşam felsefesi olarak belirlediği ancak haberdar olmadığı bir terimden bahsetmek istiyor ve siz değerli okuyucularımla paylaşmaktan büyük zevk duyacağım tespitler yapmak istiyorum. Konu " Hyyge felsefesi ".

Nedir bu hoge, huge ? Okuyunca kulağa komik geliyor değil mi ? :) Bu kelimenin Türkçe'de herhangi bir karşılığı henüz bulunmuyor. Kim çıkardı peki bu kelimeyi bizim başımıza diyeceksiniz.                  İskandinav ülkeleri deyince aklımıza hemen o soğuk, boğucu, karlı ve karanlık ülkeler geliverir. Lakin ayrıca mutlu ve huzurlu insanlar da gelir. Peki bu iki durum birbirine sizce de tezat gelmiyor mu? çünkü gün ışığıyla psikolojimiz arasında ciddi bağlantı olduğunu biliriz ve karanlık bir hava gördüğümüzde hemen moraller sıfıra düşer, modumuz otomatik olarak pat düşer. Danimarka da bu İskandinav ülkelerden biri ancak Mutluluk Araştırma Enstitüsü denilen bir kurum mevcut. Duydunuz mu? bilmiyorum. Bu enstitü en mutlu ülkeyi Danimarka olarak belirlemiş. Evet o soğuk ve karanlık ülkeyi...



Danimarka halkı ayrıca  gelirlerinin yüzde altmışını gelir vergisi olarak ödemektedirler. Yani bakacak olursak pek de iç açıcı bir durumları bulunmuyor. Bunlara rağmen mutluluk iksirini bulmuşlar vallahi bravo. Lafı fazla uzattım farkındayım. İşte bu zorlu koşullara rağmen küçük şeylerle mutlu olabilme felsefesine "Hyyge" adını vermişlerdir.

Felsefenin 10 önemli metaforu var bunlardan kısa kısa bahsetmek istiyorum.




İlki "Atmosfer" uyumu: Doğal ışığın kıymetini bilmek ve elektrikten son derece az istifade etmeye dayanıyor. Doğal mumlar son derece önem kazanmış. Ayrıca gün ışığı efekti yaratmak için evlerinin dışında sarı ışık kullanımı son derece yaygın.

İkincisi hep bahsettiğim mindfullness, "anda kalmak" felsefesini Dan ırkı çözmüş arkadaşlar... Anda kal anı yaşa ve mutluluğunu seyret diyorum.

Üçüncüsü belki de en önemlisi "küçük keyifler" yaratmak: Bu bir sıcak çikolata olabilir, temiz bir evde oturmak, yünlü çoraplar giymek, doğayla başbaşa kalmak, kahveni alıp uzun uzadıya pencereden bakmak, kedi sevmek , çocuğunun gülüşünü izlemek ve bunun gibi daha nice güzel ve mucip şey onlar için keyif kaynağı olmuş.

Dördüncü metafor "eşitlik ": Ne yaparsak eşit biçimde yapmalıyız. Bir masa toplanacaksa herkese eşit biçimde görevler düşmeli. Bir şey yenecekse eşit paylaşılmalı. Bu madde de  beni cezbetmeyi başarmıştır.

Beşincisi  "minnettarlık ve şükür ": Sahip olduğumuz her şeye karşı müteşekkir olma durumu bu kavramı en güzel biçimde açıklıyor olmalı. Ve inanan insanlar için bizleri yaratana şükretmek de bizleri rahatlatıcı bir etkiye sahipmiş. Bence şükreden insanlar zaten mutsuz olmaz kiii...


Altıncımız ise "uyum yeteneği" : En sevmediğim insan tiplemelerinden olan ego sahibi insanlar gerçekten de hyygelik insanlar değillermiş. Kendini kanıtlama ihtiyacı olmadan etrafımızla uyum içinde yeşermek bizleri hyyge insan yapıyormuş.

Yedinci madde "rahatlık" :Gergin bir ortam , sıkı kıyafetlerden uzak ol  ve rahat ol dostum diyor.

Sekizinci "ateşkes" : Kavga ve gerginlik çıkabilecek siyaset, din gibi konuların hyyge felsefesinde yeri asla yok.



Dokuzuncu "birliktelik": Birlikte mutlu olma hali. Kedinle, kahvenle, dostunla birlikte mutluluk duymak.

Onuncu ve sonuncu ise "sığınak" : Hyyge felsefesinin büyüsüne kapılmak için güven duyduğun, tehlikeden korunduğunu bileceğin bir ortam yaratmak şart.


Evet hyyge felsefesini beraber sorguladık. Peki sen ne kadar hyygelik bir insansın yorumlarda mutlaka yaz :)  Fakat ben bu maddelere bir madde daha eklemek istiyorum o da sadelik. Gereksiz eşyalar, insanlar , kağıtlar bunlardan kurtulmak beni daha az gererdi ve huzurlu hissettirirdi sanırım. Bunu da Japon hyyge felsefesi diyebiliriz bence ne dersin? :) 


Okuduğun için Teşekkür ederim sağlıcakla kal...



                                                                            💗

2 Aralık 2020 Çarşamba

AŞI KARŞITLIĞI VE RİSKLER


 Her şeyin başı sağlık, her şeyin başı aşı ! 

Aşı nedir, ne işe yarar ? Kısaca bundan bahsederek giriş yapmak istiyorum. Aşı, hastalık yapma yeteneği yok edilmiş virüs ve bakterilerin ya da bakterilerin zehirli toksinlerin
den arındırılmış olarak elde edilen biyolojik maddelerdir. Hayvanlara veya insanlara uygulandığında bu zararlı patojenlerin vermiş olduğu kötü etkilerin oluşumunu engellerler. Mikrobik bir etkenle karşılaşıldığında mikrobun vücuda girmesine engel olarak hastalık oluşturmasını engellerler. Bildiğimiz tanımı bu olup ülkemizde ve dünyada sıkı takiplere tabi tutulmuş yegane biyolojik maddedir.  

Peki bizlere söz hakkı tanımadan devletlerin zorunlu uygulamaları arasında neden yer alıyor hiç düşündünüz mü ? Biz bir denek miyiz? Ya da bir şekilde kontrol altında  tutulmaya mı çalışıyoruz?        Son yıllarda DSÖ'nün tanımları arasına girmiş bir terim olan "Aşı tereddütü ya da aşı kararsızlığı (vaccine hesitancy)" olarak bilinen aşı hizmetinin yapılmasını reddetme,gecikme olarak tanımlanan bir kavram hayatımıza girdi. Ve ciddi bir rakam ki ülkelerin yüzde 90'nından fazlasında bu durum rapor edilmiştir. Bir çok bölgede K-K-K (kızamık,kabakulak,kızamıkçık) aşısı toplum bağışıklığı olan düzeyin altında seyretmiştir. Bu gibi tehtidler nedeniyle DSÖ 2019'da çözüme kavuşturmaya planladığı 10 küresel sorun listesinde aşı karşıtlığına da yer vermiştir.                                                   

Bahsettiğim gibi, sorunlardan birisi tam olarak da devletlerin bizleri yönlendirmesine izin vermeme düşüncemizden ileri geliyor. Tabi ülkelerin kendilerine göre de bazı sebepleri var. Bunlara verilecek örneklerin ilk başında İngiltere'de Edward Jenner'in  ilk aşı çalışmaları sırasında aşıya karşı çıkışta dini nedenler ilk sırada olmuştu. Velhasıl bu durumda zorunlu aşı uygulamaları ön plana çıkmış olup bu durum aşı karşıtlığını daha da arttırmıştır. Bir diğer örnek ABD'de 1870 yılında zorunlu çiçek aşısı uygulamaları sırasında kullanılan para cezaları, yoksullara uygulanan şiddet aşı karşıtlığını daha da arttırmıştır.20. yy da gelişen teknolojik gelişmeler, daha önce eradike edilmiş  hastalıkların olması olsa da aşı güvenirliğiyle ilgili tartışmalar devam etmiştir. Bunun yanı sıra "The Lancet" dergisinde bir gastroenterolog olan Wakefield'in KKK aşısıyla Otizm arasında bir ilişki olduğunu göstermeye çalışan 12 vakalık serisi toplumda kafa karışıklığına yol açmıştır. Öte yandan Türkiye'de durum nedir?sorgulayacak olursak Osmanlı dönemiyle başlayan Cumhuriyetle devam eden aşı uygulamalarının olduğu biliniyor. Günümüzde ise Sağlık Bakanlığınca belirlenen kuruluşlarda aşı takvimine göre ücretsiz olarak uygulanıyor. Ülkemizde 2018 yılıyla birlikte aşı karşıtlığı 23 bin aileyi bulmuş durumda. Geçen günlerde Yıldız Tilbe'nin de aşı karşıtlığını kelimeleriyle dile döktüğünü ve insanları bir sanatçı olarak ne denli etkilediğini okumuş olduk.



 

Giderek artan dünya nüfusu 8 milyarı bulmuş durumda. İspanyol gribinin çıktığı 100 yıl önce ise bu sayı 1 milyarlardaydı. Uçak gibi bir teknoloji o sıralarda var olmadığı halde milyonlara yayıldı. Günümüzde insanların dünyanın bir ucundan bir ucuna gitmesi çok daha kolay ve yayılımın ne denli çok olacağını tahmin edebilirsiniz. Eğer basit bir aşıyla insanlar hayatlarına devam edebilecek ve ölümden kurtulacak ise neden bu karşıtlık? Dünyada milyonlarca yoksul ülke, mülteciler ve bağışıklığı düşük insan varken neden kendi bağışıklığımıza güvenip onları riske atıyoruz? İnsan yaşamı bu kadar mı ucuz ? Basit bir gripten bizler ölmeyebiliriz ancak bulaşıcılık milyonlarca insanın ölümüne sebep olabilir. Burada düşünce yapımız kendimize göre değil bana göre topluma göre şekillenmeli. Aşı karşıtlığının olduğu ülkelerde mortalite bu kadar artmış durumdayken karşı çıkmak canilik değil de nedir ?

Toplumsal olarak bilinçli olmalı ve bulunan aşıları incelemeliyiz. Gerekirse insanlık için bu aşıların yapılmasına gönüllü olmalıyız. Bu dünyada yalnız biz yaşamıyoruz. Bakteri ve virüslerin yaşamasına ortam hazırlayan konak canlılarız. O halde çözümü olan ve gerçekten ciddi bir bağışıklık sağlayan aşıyı ve aşı karşıtlığını gözden geçirmeliyiz. Elimizi vicdanımıza götürelim ve düşünelim gerçekten bizler birer araç mıyız ?... 

Okuduğun için Teşekkürler. Daha iyi bir dünya için...                                 

19 Kasım 2020 Perşembe

ONLİNE EĞİTİM ÖRGÜN EĞİTİME TERCİH EDİLEBİLİR Mİ ?


"Bir yıl sonrasıysa düşündüğün, tohum ek. Ağaç dik, on yıI sonrasıysa tasarIadığın, Ama düşünüyorsan yüz yıl ötesini, halkı eğit o zaman… Bir kez tohum ekersen, bir kez ürün alırsın, Bir kez ağaç dikersen, on kez ürün alırsın, Yüz kez olur bu ürün, eğitirsen toplumu. Birisine bir balık versen, doyar bir defa; Balık tutmayı öğret, doysun ömür boyunca." Kuaz Tzu böyle anlatıyor eğitimin önemini. Eğitim bu derece bizler açısından yemek yemek kadar önemli ise her koşulda eğitime muhtaç oluşumuzdan bilgiye ulaşma arayışımız ilelebet sürecektir.


EĞİTİM NEDİR VE EĞİTİMİ NERELERDEN ALABİLİRİZ?




Eğitim, gözlerimizi dünyaya açtığımız zamandan itibaren başlayan ve ömür boyu süren bir yaşam biçimidir aslında. Doğduğumuz ilk anda vereceğimiz tepkilerin ölçüsü bile eğitim denen unsurla sağlanmıştır. Yaş aldığımızda ise öğrenecek şeylerimizin hala bitmemiş ve bitmeyecek olmasına şaşar dururuz. 6 yaş itibariyle okul sıralarına adım atarken eğitimin ikinci basamağı başlamış olur. Okullar bizlere bir öğretmenle eğitimin nasıl olduğunu gösterir. Peki bu eğitmen sanal bir ortamda bizleri eğitemez mi ?

Eğitim denilen şey şu an ki yaşadığımız dönemde bambaşka bir yapıya dönüşmüş vaziyette buna online eğitim diyorlar. Tarihçesine bakarsak aslında 1992 yılında açılan açık öğretim programları ilk örneklerindendi. Eskiler daha iyi hatırlar Öss'ye hazırlanmak için cd ler alır onları dinlerdik. Benim dönemim de liseye hazırlanmak için oluşturulmuş ücretli programlar mevcuttu. 2006 yılı itibari ile ise oluşturulan online eğitim siteleri bizleri eğitim tutkumuz sayesinde alıkoydu. Böylece eğitimin ucu bucağı olmadığı, her türlü ortamda sağlanabileceği açığa çıkmış oldu.

ÖRGÜN VE ONLİNE EĞİTİMİN FARKLARI NELERDİR?


+ Örgün eğitim için ihtiyaç duyulan şey bir eğitmen ve sınıf ortamıdır. Online eğitim için de bunların ikisi geçerlidir ancak bir farkla. Eğitmen yanımızda bulunmaz ve sınıf ortamı ise sanal bir mecradır.



+ Örgün eğitim için belirli bir zamanda orada mevcut ve hazır bir durumda olmamız gerekirken online eğitim kayıt altına alınabilir ve ne zaman müsait olunursa o durumda dinlenebilir.







+ Örgün eğitim de öğrenci profilini eğitmen görür ve onlarla daha iyi iletişim kurabilir. Online eğitimde ise bu durum değişkenlik gösterir kimi zaman kimlerin derse katıldığını eğitmen göremez.

+ Örgün eğitim de konsantrasyon kimi öğrenciler tarafından daha iyi sağlanırken online eğitim de sabit duramayan öğrenciler için ekstra bir zorluk görülebilir.

+ Örgün eğitim genelde genç ve işi olmayan insanlar tarafından tercih edilirken Online eğitim çalışan ve vakti olmayan insanlar tarafından tercih edilebilir.




ONLİNE EĞİTİMDE ANLAMA ORANI DÜŞÜK MÜDÜR ?









Sanılanın aksine aslında bu güne kadar yapılmış araştırmalar gösteriyor ki örgün ve online eğitim arasında anlama oranı bakımında pek bir fark görülmemiştir. Yine araştırmalar gösteriyor ki online eğitim de öğretmen ve öğrenciler arasında forumlar olsa da yeteri kadar etkileşim sağlanamadığı için uzaktan eğitim alan öğrenciler örgüne kıyasla daha mutsuz olmuşlar ve bu da bir bakıma öğrenme kalitelerini etkilemiştir. Aynı zamanda örgün eğitim de daha fazla konsantrasyon sağlandığı gözlenmiştir.

Siz bu konu hakkında ne fikirdesiniz merak ediyorum doğrusu. Fakat benim düşüncem şu yönde ki ileride şu an da olduğu gibi salgın hastalıklar ve nüfus fazlalıklarından dolayı online eğitime alışacağız ve anlama oranlarımızı yükseltecek uygulamalara girişeceğiz.

Şunu belirtmeliyim ki eğitim bizim vazgeçemediğimiz en önemli unsurdur. Yaşımız kaç olursa olsun öğrenmeye doymuyoruz. Kendimizi geliştirme tutkumuz bize bu yolda öncü olmayı başarmıştır. Eğitimin yolu ne olursa olsun bilgiye aç bir topluluk her türlü yolu dener. Mektup aracılığıyla bile eğitim denenmişken neden teknolojinin gelişmesinin olumlu etkilerinden olan online eğitim bizlere ışık tutmasın ? Pek tabi imkanlar elimizde ise geleneksel olan eğitimimize dönmeliyiz ve elimizden geldiğince bu yolu tercih etmeliyiz. Ancak eğitim almak için vakit yaratmak istiyorsak online eğitim tercih edilebilir bir seçenektir. Daha çok gelişeceğine de şüphem yoktur. Bence eğitimin yapılma yolundan ziyade anlama biçimlerimizi değiştirmeli ve değişime ayak uydurmalıyız.

Okuduğun için teşekkürler. Umarım aydınlanmışsındır. Hoşça kal...


3 Kasım 2020 Salı

EYVAH DEPREM OLUYOR !

 


Öncelikle uzun bir aradan sonra tekrar merhabalar...

Günlerdir bizleri etkisiyle saran, insan olduğumuzu bizlere tekrar hatırlatan ve ülkemizin gündemine oturmuş, derinden sarsıldığımız bir konudan bahsetmek istiyorum. Böyle bir girizgah yapmak  istemezdim ancak kendimde bilinçlenmek ve faydalı olabilmek adına bu yazıyı yazıyorum.              Evet malum konumuz depremler... Maalesef ki İzmir depremiyle çok sayıda canımızı yitirdik ve bu yıl daha fazla özellikli olmak üzere depremler Elazığ depremiyle birlikle yılın başından beri bizleri tehdit etmeye başladı. Korkutan olası İstanbul depremiyle birlikte de bizleri tehdit etmeye devam ediyor.



Deprem Vikipedi tanımına göre yer kabuğunda hiç beklenilmedik bir anda ortaya çıkan kırılmalar sonucu oluşan sismik dalgalanmalar ve bu dalgalanmaların yer kabuğunu sarması olayıdır. Tanımı gayet açık aslında ve bizim kendimize sormamız gereken soru depremler neden bizlerin hayatını bu denli etkiliyor ve korkutuyor? olacaktır. Görüldüğü üzere gayet doğal seyrinde meydana gelen bir doğa olayıdır. Bunun olmasını sağlayan bir güç ol der ve olur.                                                        Coğrafyamız itibariyle deprem kuşağında yer alıyoruz. Kuzey Anadolu Fay hattı, Doğu Anadolu Fay hattı ve Batı Anadolu Fay Hattı olmak üzere 3 büyük fay hattı üzerinde yer alıyoruz. Bu da demek oluyor ki deprem açısından oldukça riskliyiz ve büyük sarsıntılara hazırlıklı olmalıyız. Bir çok şehir aktif fay hattı üzerinde olup riskli gibi görülse de fay hatlarının geçmediği yerlerde etkilenebiliyor. Örneğin İzmir'de hissedilen sarsıntıya neden olan kırılma 70 kilometre uzağında gerçekleşmişti. Bu da demek oluyor ki ülkecek depremlere hazırlıklı olmalı, olası bir deprem anında ne yapacağımızı bilmeli ve gerekli önlemlerin alınmasını teşvik etmeliyiz.

Peki depremler bu kadar hayatımızdan olmayı başarabilmişken bizler neler yapabiliriz ve hayata tutunmayı başarabilir, depremin artık bir risk faktörü olmasını önleyebiliriz? Bu depremin bizleri kendimize getirebilmesi ve düşünmeye sevk edebilmesini diliyorum. Öncelikle yapı tekniği ve inşaat yönetmeliklerine uygun binalar inşa edilmesi gerekiyor. Tehlikeli bölgeler tespit edilip bu bölgelerin imara açılması önlenmeli. İnsan hayatını hiçe saymamak adına inşaatlarda dayanıklı malzemeler kullanılmalıdır. Binalara acil çıkış panelleri yapılmalıdır. Bunlar bu işlerle ilgilenenlere ve devlete düşen görevlerdir ve denetlenmesi şarttır. Elimizdeki konutların hali hazırdaki durumu ortadadır en kısa zamanda kentsel dönüşüm uygulanmalı ve yatırım yapılmalıdır. Tabi bizlere bazı sorumluluklar düşüyor. Eşyalarımızı,aklımıza ne geliyorsa sabit duruma getirmeliyiz.Gaz vanası ve elektrik sigortalarımızı otomatik hale getirmeliyiz. Afete hazırlık planları yapmalı ve en kısa sürede bir deprem çantası edinmeliyiz. Şimdi sırası mı demeyin ne zaman başımıza neyin geleceği belli değil...

Oldu ve deprem başımıza geldi neler yapmalıyız? birlikte göz atalım. Öncelikle önceden olası bir deprem sırasında nereye saklanmamız gerektiğini bilmeliyiz. Mutfak ve banyo güvenilirdir. Masaların altındaki ayak kısımları güvenilirdir. Hayat üçgeni oluşturabileceğimiz alanlar seçmeliyiz. Çök-Kapan-Tutun üçlüsünü unutmamalıyız. Sarsıntı durana kadar bu vaziyette beklemeliyiz. Merdiven, asansör, balkon gibi alanları kesinlikle tercih etmemeliyiz. Pencere ve cam alanlardan uzak durmalıyız. Peki oldu da enkaz altında kaldık bu durumda yapmamız gerekenlerse şunlar: Bu alanda enerjimizi kontrol edebilmemiz çok önemli hareket ve enerjimizi korumamız gerekiyor. Vurabiliyorsak ayağımızla veya ellerimizi kullanarak sesimizi duyurmaya çalışmalıyız. Sesimizi kullanabiliyorsak da sesimizle yardım istemeliyiz. Bekleme vaktinde iken aktif uyku ve dinlenme aşamasına geçmeli ve beklemeliyiz. Panik olup enerji kaybına neden olmamalıyız. En çok ölümler organ ezilmesine bağlı ödem gelişmesi nedeniyle su kaybı ve böbrek yetmezliğinden olmaktadır. Bu yüzden su kaybını önlemek adına su bulabiliyorsak aramalıyız. 

Depremler insanlara önemli ölçüde dersler vermektedir. Bu süreci yaşayanlar ve ailesini kaybedenler en çok acıyı çekenler şüphesiz ancak bizim manevi ruhumuz gereği Türk olarak acıya ortak olma duygularımız baskındır. Birbirimize destek olma adına her türlü yardımı ve desteği yaparız. Bu yaşananlar her birimizin başına gelebileceğini düşünüp hangi ideolojiyi, siyasi görüşü destekliyor ve hangi inanca sahip olursak olalım birlikten kuvvet doğar diyerek tek güç olmalı ve hayatlarımıza çekidüzen verip kimseyi yargılamadan ve hayatlarımız ne derece zor olduğunu düşünüp hoşgörülü olmalıyız. Bana göre acı tatlı ne yaşanırsa yaşansın insanlar tek yürek olduklarında ve empati yeteneklerini sergiledikleri ölçüde insanlar. İnsanız ve acı çekme bilincindeyiz lütfen saygımızı ve beraberliğimizi yitirmeyelim... Hepimize geçmiş olsun dileklerimle...

21 Ekim 2020 Çarşamba

PLANLI BİR YAŞAM MUTLULUK GETİRİR Mİ ?

 



Planlar, planlar, planlar... 

Kelime anlamı bir işin yürütülmesi için yapılması, uyulması gereken düzen. Çocukluğumuzdan beri bize sürekli dikte edilmeye çalışılan en önemli öğreti planlı olmaktı sanırım. Her şey bir plan dahilinde gitmeliydi. Ek gıdaya geçiş, yürümeye başlama yaşı, konuşma yaşı, tuvalet öğrenme yaşı, okula başlama yaşı ya da büyüdüğünde evlenme yaşı... Hepsinin bir zamanı vardı elbette böyle olmalıydı yoksa temel düzen tepetaklak olurdu. Bir çocuk konuşmayı geç öğrense yok bu çocukta büyük bir sorun var diğerleriyle aynı yaşta konuşmadı diye damga vurulur. Sahi plansız yaşasak hayatımız yerle bir mi olur ?

Gününü planlayan insanların özellikleri ve gününü akışa uyarak geçiren insanların özelliklerini incelediğimizde temel farkları görebiliriz aslında. Planlı insan, daha panik ve kaygılı olur. Ya işler planladığı gibi gitmezse düşüncesi onu yer bitirir. Çünkü insan bilmediğinden her zaman korkar. Kendi planlamadığı şekilde giden her olay beraberinde korkuyu getirir. Günübirlik yaşayan insanda ise bariz olan duygu akışına bırakmaktır. Nasıl olsa su akar yolunu bulur, böylece daha serbest yaşarlar. Sen hangisisin ? Ben hemen söyleyeyim. Çocukluğumdan beri bir tasarım, düzen içinde olanlardanım. Bana başarı anlamında çok getirisi olduğunu söyleyebilirim. Lakin hayati tatmin açısından hiç bir zaman tatmin olamayan plansız bir şekilde yola çıktığımda her zaman kaygı duyan bir insanım. Çocukken çok iyi hatırlarım diğer gün giyeceğim kıyafeti bile önceden hazırlar uyandığımda onlar dışında planlamadığım bir şey giyersem o günümün kötü gideceğine inanırdım. Bu özelliğim beni çok defa yarı yolda bırakmıştır. Çünkü hayat sürprizlerle dolu muazzam bir alem. Sürecin akışına müdahale etmeye çalıştığımızda bana göre her zaman sürecin dışında kalıyor ve bu günümüzde yaşayamıyoruz. Ya hep geçmişteki hatalarımıza ya da olayların gelecekte olmasını istediğimiz biçimde olmasını dileyerek gidişata müdahil oluyoruz. 

Evet şirketler bir plan dahilinde aylık, yıllık büyüme kaydedebilirler. İnsanlar bir plan dahilinde önlerine sunulan bir görevi yerine getirebilirler. Devletler bir plan dahilinde ülkeleri yönetirler. Ya da başarıya giden yolu adım adım planlı bir şekilde yürütebilirler. Ancak planlı olmayı günlük hayata uyarladığımızda işe yarar sonuçlar elde edemez, iç rahatlığı elde ederiz belki ancak gerçek anlamda tatmini sağlayamayız. Hepimiz zamanımızın belli bir bölümünde mutlaka plan yapmış, plan yapma girişiminde bulunmuş veya yaptığımız planı uygulamaya koymuşuzdur. Bunlar kahvaltı yapmakla başlayıp gün içinde zamanımızı verimli kullanmak adına yazılmış cümlelerden oluşur. Hepsini yapabilenleri gerçekten tebrik ediyorum. Ben de bazı zamanlar bunları uyguluyorum. Tamı tamına uygulayamadığımda ise eksik yaptıklarım bende rahatsızlık uyandırıyor ve uzun süre bu uygulamayı yapamıyordum.  Bu planlama işinin günlük hayatta beni endişeye  soktuğunu çok bariz hissetmişimdir. İş planı yapmak, boş zamanlarını verimli kullanmak, zaman darlığında tüm işlerini yetiştirmek isteyenler planlamaların yararını görebilmişlerdir. Fakat bana göre uzun vadede planlı yaşamak yarardan çok zarar getiriyor ve ilahi gücün evrene sunduğu doğal işleme sürecine bizler dış kuvvet uygulayarak kendimize gereksiz gerginlik yaratıyoruz.

İşte cümlelerimin sonuna geldik. Okuyanlara önerim sizi hangi yöntem rahat hissettiriyorsa onu denemeniz. Hayatın doğal akışı bizlere mutluluk ve bereket vadediyor. İster planlayarak dolu dolu hepsi sizin kontrolünüzde olan bir hayat yaşama yoluna gider, isterseniz de plansızlığın büyüsüne kapılıp kaygı duymadan olduğu gibi yaşayıp sürprizler dolu aleme yolculuk yapabilirsiniz. Ya da bunların her ikisi beraber hayat serüveninde duruma göre karar verebilirsiniz. Yeter ki size iyi hissettiren duygularla yaşayın. HOŞÇA KALIN...


14 Ekim 2020 Çarşamba

ANATOMİMİZ Mİ YOKSA COĞRAFYAMIZ MI KADER ?



Sizlere ikilemde kaldığım bunun üzerine araştırmalar yaptığım bir konudan bahsetmek istiyorum. Herkesten duyduğumuz  İbn-i Haldun tarafından ortaya atılan aforizması Coğrafya Kaderdir sözü gerçeği yansıtsa da anatomimizin de kaderimizi etkileme ihtimali son derece mümkün. Nasıl  mümkün her iki düşünceyi de doğruluk ve tezatlıkları yönünden inceleyeceğiz.

Öncelikle" Coğrafya Kaderdir "dedikleri bu coğrafya nedir ? bunu bir açıklayalım. Hepimiz bambaşka ülkelerde, bambaşka şehirlerde ve farklı ailelerde, farklı geleneklerde gözümüzü dünyaya açtık. Birbirimizden bu kadar başka karakterlerde olma sebebimizin coğrafya olması olası bir durum evet ancak aynı anne kucağında doğan ve aynı çevrede yetişen kardeşlerin birbirlerinden zıt karakterde olduğunu çok defa görüyor ve kişiliklerin bu derece farklılıklarını sorguluyoruz. Sizce coğrafya insanların kişiliğini bu denli etkiliyor; yaşayacağı, karşılaşacağı olaylarda pay sahibi oluyorsa bu zıtlığın sebebi neden kaynaklanıyor ?

İnsan denen varlık çok yönlü bir mekanizmadan ibarettir. Bu mekanizma çoğu şeyden etkilenebilmektedir. Ancak bunlardan daha da önemlisi düşünebilme mekanizmasına sahiptir. Sahip olduğu beyinsel aktiviteler kişiliğini oluşturacağı noktada devreye çoğu kez girer ve hayatını şekillendirmesinde rol oynar. Burada da devreye Freud'un Anatomi kader midir? sorusu aklımıza gelmektedir. Hadi hep beraber sorgulayalım.

İnsan anatomisi; dişilik-erillik, farklı boy uzunlukları, farklı ten ve saç renkleri, sahip olduğu genetik rahatsızlıklar, genlerinde bulunan eşcinsellik dürtüsü gibi bir çok akla gelmeyecek olguyu oluşmaktadır. Bazı insanlar genetik olarak güzellik algımıza hitap eden uzun boylu, renkli gözlü ve sarışın olarak nitelendirilen sağlıklılardan, bazıları güzellik standartlarımızın dışına çıkabilen çirkin olarak nitelendirilen özelliklerle dünyaya gelmektedir. Tabi ki bana göre güzellik veya çirkinlik algısını bu düşüncelerin oluşturması kabul edilemez bir gerçek. Neyse.. Bazı insanlar kadın olarak doğarken  bazısı erkek olarak var olmuştur. Bunlar beraberinde bizlere hayatta biçilen rollerin büyük ölçüde farklı olmasını getirmiştir. Gelgelim toplumda kadına biçilen rolün ne olduğu açık seçik ortadadır. Ezen ve ezilen durumuna getirilen bu toplum, bizlere hangi rolü biçtiyse onu oynuyoruz. Sadece cinsiyet farkında ortaya çıkmayan bu durum kadınlar  ve erkekler arasında da rol kesmektedir. Aynı zamanda Dna'larımızda bulunan genetik hastalıklar nesiller boyunca aktarıla gelmiş  hangi hastalıktan öleceğimiz dahi genlerimizde mevcuttur. Peki buna kader demek sizce olası mıdır ?

Aslında insan ırkında yaratılanlar olarak ezen ve ezilen diye bir kavram yoktur. "See " adlı diziyi izleyen var mı bilmiyorum orada virüs sebebiyle kör kalan insanlar hiçbir zaman ezen ve ezilen, güzel veya çirkin, güçlü veya zayıf olarak anlandırılmıyorlardı. Çünkü kimse birbirini görmüyor böylece algılar oluşmuyor ve bu insanlar arasında sorun teşkil etmiyordu. Doğal olarak da yaşadıkları hiçbir şey görünüşleri sebebi ile etkilenmiyor ve yaşamda onlara biçilen rolü görünüşleri etkilemiyordu. Bir başka konu ise genetik hastalıklar; bunların Mendel kanunlarıyla açıklandığını hepimiz biliyoruz ve genetik hastalığın oluşma ihtimalinin  hastalıklı genlerle taşındığı da gayet ortada. Buna sebep olan ise çevresel etkenler veya meydana gelen farklı kromozom bozuklukları olup asırlarca bir gen üzerinden kişilere taşınıyor olmasından başka bir şey değil. 

Evet çoğumuzun kadere olan inancı açık. Kader olgusunu irdelediğimiz zaman iki farklı kavram karşımıza çıkmaktadır. Külli İrade ve Cüzzi İrade. Külli İradeye biz müdahale edemiyor ve takdire razı geliyoruz. Bu durum anne babamızı, yaşadığımız ülkeyi, organlarımızın kendi kendine yaptığı görevleri gibi karşı koyamadığımız olgulardır. Cüzzi irade de ise tamamen kendi isteklerimizle yaptığımız seçimlerin yaratıcımızın bilgisi dahilinde olmasıdır. Örneğin yemek yememiz, seçtiğimiz eş, seçtiğimiz iş gibi. Buradan hareketle diyebiliriz ki ne anatomi ne de çevre tek başına kaderi oluşturur. Her ikisinin harmanı bizlere sunulan olaylar zincirinden sadece bizim hakkımızda seçilenidir. Şuan daha iyi anlıyorum ki içinde bulunduğumuz hiçbir olay tesadüfi veya kendiliğinden olmamıştır hepsinin bir amacı ve anlamı muhakkak ki var .

Okuduğun için teşekkürler. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere.






2 Ekim 2020 Cuma

KÖTÜ KARDEŞ NOCEBO

Şimdi sizlere birbirine ikiz kadar benzer ancak birbirlerini zıt olarak tamamlayan iki kelimeden bahsetmek istiyorum. Placebo denilen etkiyi birçoğumuz duymuşuzdur. Özellikle hastalık hastası bireylerin etkisiz nişasta içeren kapsüller aracılığıyla birden hastalık semptomlarının kaybolduğunu hatta eskisinden daha iyi olduklarını ifade etmelerini sağlayan mucizevi etki. Nocebo etkisi denilen kötü kardeş ise bunun tam zıddıdır. Yani bir ilacın sizin için zararlı olduğunu, yan etkilerinin olduğu söylendiğinde bu ilacın gerçekten de sizin için kötü sonuçlar gösterdiğini gözlemlersiniz. Nocebo etkisi hakkında çok fazla deney yapılamamış olması da bu etkinin gizemini korumasına yol açmış araştırılması gereken konular arasında yer almasını sağlamıştır. Öyle ki bu etki ölümcül sonuçlara dahi yol açabileceğinden etkisinin görülmesini izlemek biraz daha geri planda tutulmuştur.

Nocebo terimi 1961 yılında Walter Kennedy tarafından ilk kez anılmıştı. Fakat bu iki terimin ayrılması 1990'lı yılları buldu. Sebebi şuydu ki bu iki kavramı birbirinden ayırmak o kadar kolay değildi. Ya ikisi aynı anda görülüyor ya da birbirlerine çok benzer etkiler yaratıyorlardı. Ağrısı olan bir insan ilacın hem ağrısını giderdiğini hem de yan etkilerinden etkilendiğini söyleyebilirdi. Psikosomatik hastalıklarda daha çok kendini belli eden bu olumlu ve olumsuz etkiler psikolojik kökenli olup beklenti, telaşlanma veya telaşı azaltma ya da sosyal öğrenme , kişisel ve genetik özellikler beyindeki nörokimyasal mekanizmaları etkileyerek veya algıda değişiklik oluşturarak ortaya çıkmaktadır. 

Tıp dünyasında nocebo etkisi örnekleri çoktur. Hatta şu çok bilinen tıp öğrencilerinin beynine işlevsiz bir çip yerleştirip elektrik akımı nedeniyle baş ağrısı yaptığının söylenmesi üzerine gerçekten bu öğrencilerde baş ağrısı gözlenmesi olayı en bilinenler arasındadır. Peki günlük hayatımızdaki nocebo örnekleri bakalım sizde de aynı etkileri çağrıştıracak mı ? "Kötü düşünürsen kötü olur iyi düşün ki iyi olsun." cümlesini muhakkak hepimiz duymuşuzdur. Belki kale almadık belki de acaba doğru olabilir mi? diye düşündük. Aslında bu düşünce tamamen nocebo etkisinden doğmuştur. Glutensiz diyetler, laktoz intolorensı inaçları da bu düşünce temelinden çıkmıştır. 


Gerçekten de örneklere bakacak olursak bu etkinin üzerimizdeki etkisini gözlemleyebiliriz. Sınavda başarısız olacağını tekrarlayan birisinin gerçekten de o sınavı layıkıyla geçemediğini görebiliriz. Ya da bardakları taşırken düşüreceğini sürekli düşünen tekrarlayan bir insan gerçekten de o bardakları düşürür. Kemal Sunalın ünlü filmlerinden Üç Kağıtçı da olduğu gibi bir üfürükle hastalıkları iyileştiren, kısmet açan hocalara olan inancımızın da olayları çözümlemedeki rolü bence tamamen nacebo etkisinden gelmektedir. Güne güzel kelimeler söyleyerek başladığımız günlerin güzel bir şekilde sürdüğünü kötü bir şekilde uyandığımızda ise kötü bir gün geçirdiğimizi gözlemlemişizdir. Bunda da tamamen plasebo-nosebo etkilerini gözlemlemek mümkün...Çocuk yetiştirenler bilir bir çocuğun sürekli yaramazlığından tembelliğinden bahsederseniz gerçekten de o çocuğun uslanmaz bir haylaza dönüştüğünü görebilirsiniz. Yetiştirdiğimiz çocuğun içindeki mücevheri açığa çıkarmak onu yönlendirme kabiliyetimize bağlı. Hep iyiye hep güzele yönlendirmekse yalnızca bizim elimizde ve bu görevimiz.

Beynimiz bu kadar muhteşem bir mekanizma ile çalışıyor ve çözümleyemediğimiz bir o kadar işlevselliğe sahipken neden içine giren bilgileri kontrol altına alıp beynimizi güzelliklere davet etmiyoruz. Hayatı daha çekilir kılabilmek adına yapabileceğimiz her şey bizim elimizde aslında. Kötü giden gidişata dur diyebilmek sandığımız kadar zor değil. Tüm mesele beynimizi buna inandırabilmek. O halde haydi beynine komut ver iyi şeyleri içeri al kötü şeyleri dışarı ver ve hayatında olacak değişikleri gözlemle. Sen muhteşem bir mekanizmasın. Yaratılmışlar içinde düşünme ve algılayabilme kabiliyetinde tek canlısın. İpleri eline al ve hayatına çekidüzen ver. Sen güçlüsün.




25 Eylül 2020 Cuma

DİJİTAL ÇAĞ VE İNSANLIĞIN SINAVI

 


"Dijital", verilerin elektronik bir ortam aracılığıyla gösterilmesi, sayıları ekrana işleme gibi kelimelerle ifade edilen bir kavram. Bizlerin hayatında da son yıllarda rağbet gösteren bir terim. Gelişen teknolojik gelişmeler bizlere dijital verilerimizi kolaylıkla teknolojik aletlerde görme ve hayatımıza dönüştürme fırsatı sunmuştur. Bu bir kolaylık mı yoksa dönemine göre insanlığın sınandığı en önemli risk faktörü mü? beyin fırtınası yapalım.

Sanayi Devrimi'nden sonra gelen teknolojik gelişmelerin ardından 20. ve 21. yy' da veriler artık elektronik ekranlara yansımaya başlamış dijitalleşme de böylece hayatımıza dahil olmuştur. Önemli dosyaların bilgisayara işlenmesi günlük hayatı kolaylaştırırken bizi bir yandan tutsaklığa, kolaylığın vermiş olduğu rehavet duygusuna iteklemiştir. Sürüklenmiş olduğumuz bu mecra bizleri robot insanlara dönüştürmüştür. Christian Louise Lange "Teknoloji hem yararlı bir hizmetçi hem de tehlikeli bir ustadır." diyerek yaşanılan bu ikilemde durumun önemini vurgulamıştır. Evet insan rahatına düşkündür ancak kar zarar oranına bakılırsa rahatlığın getirileri ciddi sonuçlara gebedir. Teknoloji bizlere yapabileceğimizden daha fazlasını yapabilme becerileri kazandırmış süper bir güç olma durumunu koruyor. Verilerimizi hızlıca işleyip dünyaya katılabilecek faydasız iyilik sunuyor.

Benim üzerinde durmak istediğim konu ise şu; dijital çağ insanı ne denli yoruyor ve zorluyor?

Dünya denen gezegen sakinleri teknolojiye çok çabuk adapte oldu. Uyum sağlarken de kendinden parçalar çaldırdı. Aile yapıları hızla yok olmaya insanlar birbirlerine tahammül edememeye başladı. Yeni nesil artık ailelerinden çok tablet ve telefonlarıyla vakit geçiriyor. En savunmasız kesim çocuk, kadın ve yaşlılar suistimal edilmeye yıllarca devam etti. Bir yandan insanlar kötü niyetli kişilerce kandırılıyor biz ise teknoloji sayesinde bulundular diyerek seviniyorduk. Kadın cinayetleri daha çok duyulur oldu diye söyleniyoruz sebep olanın da duyulmasına zemin hazırlayan da teknoloji olduğunu söyleyebiliriz aslında. Dijital dikkat dağınıklığı denen derin düşünme yeteneği kaybı artık çoğu insan da mevcut. Bilgiyi hazır alıyor işleme gücümüzü yitiriyoruz. Sonra  Z kuşağının moron olduğunu konuşuyoruz. Sosyal medya sebebiyle sanal hayatlar yaşıyor, her yaşanılanı insanlarla paylaşarak mahremiyeti askıya alıyoruz. Ruh halimizden düşünce yapımıza kadar her şeyi tespit edebilen bir yapıdan bahsediyorum. Dikkatimizi ürün haline getirip pazarlamaya çalışanlara yem oluyoruz.

Aslında biz dijitalleşmeyi çok yanlış anladık. Parmaklarımızın ucunda bir dolu bilgiye sahip dünya varken biz beynimizi boş ve yararsız bilgilerle doldurmayı tercih ediyoruz. Yeni iş fırsatları sunarken insan gücünü askıya alan bu sistem, tembel olan fiziksel olarak hareketsiz insanlar topluluğuna sebep oluyor. Radyasyonun bedenimiz üzerindeki olumsuz etkilerinden bahsetmiyorum bile.

İnsanlar refah düzeyine sahip, kolaylıklarla dolu mükemmel standartlarda hayatlar isterken kendilerine olan zararın farkında olmuyor. Mutluluğa koşmak isterken gün geçtikçe hastalıklı bir psikolojiyle uyanıyorlar. Evet hayat yeterince zor. Mutlu ve rahat yaşamayı hepimiz istiyoruz . Ancak kaçınılmaz bir gerçek var ki kimileri hizmet etmekten kimileri hizmet almaktan haz duyar. Şu da var ki hizmeti alırken maneviyatımıza zararı dokunan şeylerin benliğimize derin yaralar açtığını unutmayalım.

Hayatımızı güzelleştirmeye çalışırken ruhumuzu incitmeyelim. Bazı gerçeklerin bilincinde olup kendimizi teslim etmeyelim. Bilinçli ebeveynler hem kendimize, hem de sorumlu bir ebeveyn bilinciyle çocuklarımıza uzun vadede yarar sağlayacaktır. Bence hiç kullanmamak yerine hem çağa ayak uydurup teknolojiyi kullanıp aynı zamanda kullanırken bilinç bulanıklığına mahal vermeyecek şekilde, bizleri esareti altına almayacak kadar farkında kullanmak burada önem arz ediyor.

Güzel bir gelecek bizlere bağlıdır. Farkındalığımızı kullanıp bağımlı bir hayat sürmeyelim. Kolaylığa alışmış, tembel, mutsuzluğa sürüklenen bir insan mı yoksa manevi duygularına sahip çıkan teknolojiyi yararlı işlerinde kullanan bir insan olmak mı istersiniz? Tercih sizin...


20 Eylül 2020 Pazar

RÜYALARIN PERDE ARKASI




RÜYALARIN GİZEMİ

 Merkezi sinir sistemi sağlam ve sağlıklı her insan mutlaka rüya görür. Görmüyorum diyen birisi muhtemelen normal insanlara göre daha çabuk unutuyordur. Kanıtlanmıştır ki uyandıktan on dakika sonra rüyalarımızın yüzde doksanı unutuluyor. Tarihte insanlar rüyalar hakkında bir çok öngörüde bulunmuş, keşfedilmeyi bekleyen bir merak olarak araştırılmıştır. Günümüzde de bilindiği üzere gizemini korumaktadır. Aslında rüya kavramı dipsiz bir kuyudan ibarettir hala çözümlenmeyi bekleyen binlerce soru var akıllarda... 

 RÜYALAR VE GERÇEK HAYAT

 İnsanlar yüzyıllardır gizemli olan her şeye ilgi ve merak duyarlar doğal olarak görüp hatırladıkları rüyalar hakkında da bilgi almak ve bir anlam çıkarma arayışında olmuşlardır. Rüyalar ve gerçek yaşamları hakkında bir bağlantı bulmak ve hayatlarını iyileştirmekte ya da sorunlarını çözmekte yardımcı olmasını dilemişlerdir. Bir bakıma haksız da sayılmazlardı aslında. Bilim insanları gördüğümüz rüyaların genellikle gün içinde yaşanan olaylar ,gördüğümüz nesneler veya insanlar gibi durumlardan etkilendiği yönünde hemfikirler.

 BİLİNÇALTIMIZ VE RÜYA GERÇEĞİ

 Bir diğer soru ise günümüzde hala araştırılan Freud ,Adler ,Jung gibi Psikoanaliz'cilerin de görüşlerinin bulunduğu bilinçaltı ve rüyalar arasında ilişki olup olmadığıdır. Gerçek yaşamın bilinç üstü, rüyaların ise bilinçaltı denilen buzdağının görünmeyen yüzünü ifade ettiği düşünülmektedir. Freud'un Psikoanaliz'ci kuramı alt benlik yani arzularımız ile üst benlik ;sosyal yaşamımız arasında çatışmadan ileri geldiğini savunur. Ona göre üst benliğimizin baskısının kalktığı rüyalar esnasında bastırılan bilinçaltımız kendini belli eder. Freud'un görüşlerini destekler nitelikle Adler ise rüyaların geçmişten çok geleceğin planlamasından oluştuğunu söylemektedir. Jung ise evrimden ileri gelen kolektif bir bilinçaltından söz eder. Freud dizisine rastladıysanız orda ki olay kurgusunda psikolojik problemleri çözmek için rüyaların kullanıldığına rastlarsınız. Bunun nedeni gizli bilinçaltını açığa çıkararak çözüm üretmektir. 

 RÜYADA GÖRDÜKLERİMİZ KURGU MU?

 Rüyalarda görülen hiçbir şeyin gerçek hayatta görülmemiş herhangi bir şey hakkında olmadığı ,rüyalarda görülen insan silüetleri, olağanüstü canavarlar ,dipsiz kuyular, nesne isimleri gibi... durumların muhakkak daha önce bir film senaryosunda veya yolda yürürken ya da başka bir şekilde bizim bilincimize atıldığı savunuluyor. 

 ATA MİRASI 

 Hepimiz rüyamızda muhakkak bir yerlerden düşüyormuş hissi yaşarız. Bunun sebebinin vahşi hayvanlardan korunmak için ağaç üzerinde yatan atalarımızdan kaldığını söyleyebilirim. Atalarımızın mirasları rüyalarımızdaki tepkilerin nedenini oluşturabiliyor. Örneğin hiç yılan görmemiş birinin rüyasında yılan görüp korkması atalarımızın bir mirasıdır. 

 İSLAM VE RÜYALAR

 İslam'da da rüya tabirleri inancına rastlarız. Rüyada görülen nesnelerin bir anlamı olduğu bilgisi hala çözülememiş bir gerçek. Ancak İstiare denilen bir sünnetimiz var ki hayırlı olana vesile olması için yatılır. Bunun bilimsel olarak kanıtı sıkıntılı bir dönemden geçen insan daha çok uyuma ihtiyacı duyar. Sebebi ise gerçekte çözülemeyen bir durumun çözüm sinyallerinin bulunma arayışıdır. 

RÜYALAR VE BİLİME KATKISI

Kekule 'nin ünlü rüyasından bahsetmem yerinde olur. Kekule ateşin başında uyurken rüyasında bir yılan gördü. Yılan kuyruğunu ısırıyor ve halka şeklinde bir yapı oluşturuyordu. Sonra aniden uyandı ve atomların halka şeklinde olabileceğini düşündü böylece benzenin yapısında aklını kurcalayan sorunu çözmüş oldu. Aynı zamanda Mendeleyev'in Periyodik Tablo rüyası Bohr'un  Bohr Atom Modeli gibi rüyalarını da örnek verebiliriz. Sebeplerinin ne olduğu bilinmez ancak bilime önemli ilhamlar sağladıkları kaçınılmaz bir olaydır.

 EVET sen, hayatının çoğu döneminde gördüğün rüyaları sorgulamışsındır belki kendince sebepler de üretmişsindir. Ama bir gerçek var ki rüyaların rivayetini atalarımızdan bu yana sen de merak ediyorsun o halde umarım aklındaki karmaşaya biraz da olsa el atabilmişimdir. Hoşça kal..