25 Eylül 2020 Cuma

DİJİTAL ÇAĞ VE İNSANLIĞIN SINAVI

 


"Dijital", verilerin elektronik bir ortam aracılığıyla gösterilmesi, sayıları ekrana işleme gibi kelimelerle ifade edilen bir kavram. Bizlerin hayatında da son yıllarda rağbet gösteren bir terim. Gelişen teknolojik gelişmeler bizlere dijital verilerimizi kolaylıkla teknolojik aletlerde görme ve hayatımıza dönüştürme fırsatı sunmuştur. Bu bir kolaylık mı yoksa dönemine göre insanlığın sınandığı en önemli risk faktörü mü? beyin fırtınası yapalım.

Sanayi Devrimi'nden sonra gelen teknolojik gelişmelerin ardından 20. ve 21. yy' da veriler artık elektronik ekranlara yansımaya başlamış dijitalleşme de böylece hayatımıza dahil olmuştur. Önemli dosyaların bilgisayara işlenmesi günlük hayatı kolaylaştırırken bizi bir yandan tutsaklığa, kolaylığın vermiş olduğu rehavet duygusuna iteklemiştir. Sürüklenmiş olduğumuz bu mecra bizleri robot insanlara dönüştürmüştür. Christian Louise Lange "Teknoloji hem yararlı bir hizmetçi hem de tehlikeli bir ustadır." diyerek yaşanılan bu ikilemde durumun önemini vurgulamıştır. Evet insan rahatına düşkündür ancak kar zarar oranına bakılırsa rahatlığın getirileri ciddi sonuçlara gebedir. Teknoloji bizlere yapabileceğimizden daha fazlasını yapabilme becerileri kazandırmış süper bir güç olma durumunu koruyor. Verilerimizi hızlıca işleyip dünyaya katılabilecek faydasız iyilik sunuyor.

Benim üzerinde durmak istediğim konu ise şu; dijital çağ insanı ne denli yoruyor ve zorluyor?

Dünya denen gezegen sakinleri teknolojiye çok çabuk adapte oldu. Uyum sağlarken de kendinden parçalar çaldırdı. Aile yapıları hızla yok olmaya insanlar birbirlerine tahammül edememeye başladı. Yeni nesil artık ailelerinden çok tablet ve telefonlarıyla vakit geçiriyor. En savunmasız kesim çocuk, kadın ve yaşlılar suistimal edilmeye yıllarca devam etti. Bir yandan insanlar kötü niyetli kişilerce kandırılıyor biz ise teknoloji sayesinde bulundular diyerek seviniyorduk. Kadın cinayetleri daha çok duyulur oldu diye söyleniyoruz sebep olanın da duyulmasına zemin hazırlayan da teknoloji olduğunu söyleyebiliriz aslında. Dijital dikkat dağınıklığı denen derin düşünme yeteneği kaybı artık çoğu insan da mevcut. Bilgiyi hazır alıyor işleme gücümüzü yitiriyoruz. Sonra  Z kuşağının moron olduğunu konuşuyoruz. Sosyal medya sebebiyle sanal hayatlar yaşıyor, her yaşanılanı insanlarla paylaşarak mahremiyeti askıya alıyoruz. Ruh halimizden düşünce yapımıza kadar her şeyi tespit edebilen bir yapıdan bahsediyorum. Dikkatimizi ürün haline getirip pazarlamaya çalışanlara yem oluyoruz.

Aslında biz dijitalleşmeyi çok yanlış anladık. Parmaklarımızın ucunda bir dolu bilgiye sahip dünya varken biz beynimizi boş ve yararsız bilgilerle doldurmayı tercih ediyoruz. Yeni iş fırsatları sunarken insan gücünü askıya alan bu sistem, tembel olan fiziksel olarak hareketsiz insanlar topluluğuna sebep oluyor. Radyasyonun bedenimiz üzerindeki olumsuz etkilerinden bahsetmiyorum bile.

İnsanlar refah düzeyine sahip, kolaylıklarla dolu mükemmel standartlarda hayatlar isterken kendilerine olan zararın farkında olmuyor. Mutluluğa koşmak isterken gün geçtikçe hastalıklı bir psikolojiyle uyanıyorlar. Evet hayat yeterince zor. Mutlu ve rahat yaşamayı hepimiz istiyoruz . Ancak kaçınılmaz bir gerçek var ki kimileri hizmet etmekten kimileri hizmet almaktan haz duyar. Şu da var ki hizmeti alırken maneviyatımıza zararı dokunan şeylerin benliğimize derin yaralar açtığını unutmayalım.

Hayatımızı güzelleştirmeye çalışırken ruhumuzu incitmeyelim. Bazı gerçeklerin bilincinde olup kendimizi teslim etmeyelim. Bilinçli ebeveynler hem kendimize, hem de sorumlu bir ebeveyn bilinciyle çocuklarımıza uzun vadede yarar sağlayacaktır. Bence hiç kullanmamak yerine hem çağa ayak uydurup teknolojiyi kullanıp aynı zamanda kullanırken bilinç bulanıklığına mahal vermeyecek şekilde, bizleri esareti altına almayacak kadar farkında kullanmak burada önem arz ediyor.

Güzel bir gelecek bizlere bağlıdır. Farkındalığımızı kullanıp bağımlı bir hayat sürmeyelim. Kolaylığa alışmış, tembel, mutsuzluğa sürüklenen bir insan mı yoksa manevi duygularına sahip çıkan teknolojiyi yararlı işlerinde kullanan bir insan olmak mı istersiniz? Tercih sizin...


20 Eylül 2020 Pazar

RÜYALARIN PERDE ARKASI




RÜYALARIN GİZEMİ

 Merkezi sinir sistemi sağlam ve sağlıklı her insan mutlaka rüya görür. Görmüyorum diyen birisi muhtemelen normal insanlara göre daha çabuk unutuyordur. Kanıtlanmıştır ki uyandıktan on dakika sonra rüyalarımızın yüzde doksanı unutuluyor. Tarihte insanlar rüyalar hakkında bir çok öngörüde bulunmuş, keşfedilmeyi bekleyen bir merak olarak araştırılmıştır. Günümüzde de bilindiği üzere gizemini korumaktadır. Aslında rüya kavramı dipsiz bir kuyudan ibarettir hala çözümlenmeyi bekleyen binlerce soru var akıllarda... 

 RÜYALAR VE GERÇEK HAYAT

 İnsanlar yüzyıllardır gizemli olan her şeye ilgi ve merak duyarlar doğal olarak görüp hatırladıkları rüyalar hakkında da bilgi almak ve bir anlam çıkarma arayışında olmuşlardır. Rüyalar ve gerçek yaşamları hakkında bir bağlantı bulmak ve hayatlarını iyileştirmekte ya da sorunlarını çözmekte yardımcı olmasını dilemişlerdir. Bir bakıma haksız da sayılmazlardı aslında. Bilim insanları gördüğümüz rüyaların genellikle gün içinde yaşanan olaylar ,gördüğümüz nesneler veya insanlar gibi durumlardan etkilendiği yönünde hemfikirler.

 BİLİNÇALTIMIZ VE RÜYA GERÇEĞİ

 Bir diğer soru ise günümüzde hala araştırılan Freud ,Adler ,Jung gibi Psikoanaliz'cilerin de görüşlerinin bulunduğu bilinçaltı ve rüyalar arasında ilişki olup olmadığıdır. Gerçek yaşamın bilinç üstü, rüyaların ise bilinçaltı denilen buzdağının görünmeyen yüzünü ifade ettiği düşünülmektedir. Freud'un Psikoanaliz'ci kuramı alt benlik yani arzularımız ile üst benlik ;sosyal yaşamımız arasında çatışmadan ileri geldiğini savunur. Ona göre üst benliğimizin baskısının kalktığı rüyalar esnasında bastırılan bilinçaltımız kendini belli eder. Freud'un görüşlerini destekler nitelikle Adler ise rüyaların geçmişten çok geleceğin planlamasından oluştuğunu söylemektedir. Jung ise evrimden ileri gelen kolektif bir bilinçaltından söz eder. Freud dizisine rastladıysanız orda ki olay kurgusunda psikolojik problemleri çözmek için rüyaların kullanıldığına rastlarsınız. Bunun nedeni gizli bilinçaltını açığa çıkararak çözüm üretmektir. 

 RÜYADA GÖRDÜKLERİMİZ KURGU MU?

 Rüyalarda görülen hiçbir şeyin gerçek hayatta görülmemiş herhangi bir şey hakkında olmadığı ,rüyalarda görülen insan silüetleri, olağanüstü canavarlar ,dipsiz kuyular, nesne isimleri gibi... durumların muhakkak daha önce bir film senaryosunda veya yolda yürürken ya da başka bir şekilde bizim bilincimize atıldığı savunuluyor. 

 ATA MİRASI 

 Hepimiz rüyamızda muhakkak bir yerlerden düşüyormuş hissi yaşarız. Bunun sebebinin vahşi hayvanlardan korunmak için ağaç üzerinde yatan atalarımızdan kaldığını söyleyebilirim. Atalarımızın mirasları rüyalarımızdaki tepkilerin nedenini oluşturabiliyor. Örneğin hiç yılan görmemiş birinin rüyasında yılan görüp korkması atalarımızın bir mirasıdır. 

 İSLAM VE RÜYALAR

 İslam'da da rüya tabirleri inancına rastlarız. Rüyada görülen nesnelerin bir anlamı olduğu bilgisi hala çözülememiş bir gerçek. Ancak İstiare denilen bir sünnetimiz var ki hayırlı olana vesile olması için yatılır. Bunun bilimsel olarak kanıtı sıkıntılı bir dönemden geçen insan daha çok uyuma ihtiyacı duyar. Sebebi ise gerçekte çözülemeyen bir durumun çözüm sinyallerinin bulunma arayışıdır. 

RÜYALAR VE BİLİME KATKISI

Kekule 'nin ünlü rüyasından bahsetmem yerinde olur. Kekule ateşin başında uyurken rüyasında bir yılan gördü. Yılan kuyruğunu ısırıyor ve halka şeklinde bir yapı oluşturuyordu. Sonra aniden uyandı ve atomların halka şeklinde olabileceğini düşündü böylece benzenin yapısında aklını kurcalayan sorunu çözmüş oldu. Aynı zamanda Mendeleyev'in Periyodik Tablo rüyası Bohr'un  Bohr Atom Modeli gibi rüyalarını da örnek verebiliriz. Sebeplerinin ne olduğu bilinmez ancak bilime önemli ilhamlar sağladıkları kaçınılmaz bir olaydır.

 EVET sen, hayatının çoğu döneminde gördüğün rüyaları sorgulamışsındır belki kendince sebepler de üretmişsindir. Ama bir gerçek var ki rüyaların rivayetini atalarımızdan bu yana sen de merak ediyorsun o halde umarım aklındaki karmaşaya biraz da olsa el atabilmişimdir. Hoşça kal..

17 Eylül 2020 Perşembe

KELİME DEYİP GEÇME!

Kelime,güçlü kelime,kibarlık
KELİME DEYİP GEÇME

 Kelimelerin hayatımızdaki rolünü hiç düşündünüz mü? Hayatını idame ettirebilmek için her toplumun öncelikle bir dile, kelimeler topluluğuna ihtiyacı vardır. Bu kelimelerin ifade ediliş tarzı ise çoğu zaman duygularımız üzerinde söz sahibi olmuştur. Bazen insanları kızdırmak isteriz onları sevmeyiz ve canını yakmak isteriz burada saldıracak ilk nokta kelimelerle olur.. Ya da aşık oluruz sevgimizi aşk sözcükleri aracılığıyla ifade ederiz. Ya da başka bir tercih olarak susarız ve bu bazen kötü konuşmaktansa en iyi seçenektir...

Öyle ki atalarımız bunu bizden binlerce yıl önce keşfetmiş ve  birçok atasözümüz söylenmiştir. Bunlardan biri hepimizin sıklıkla kullandığı Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır cümlesidir. Bu cümleyi irdelersek manayı kavrayabiliriz kolaylıkla. Yumuşak söylemler, ses tonu, heyecan uyandıran güzel kelimeler maddede her zaman olumlu etki bırakmıştır. Bir deney yapılmış bir çok kitapta bundan bahsedildiğini okudum. Bir çiçeğe bir ay boyunca olumlu kelimeler söylenip diğer saksıya da olumsuz kelimeler söylenilmiş ve bu çiçekler gözlemlenmiş. Pek tabii görülen şey güzel sözler söylenen çiçeğin gün be gün güzelleştiği, kötü sözlere maruz kalan çiçeğin ise günden güne sararıp solduğu olmuş. Bu deney ne kadar gerçekçi bilinmez fakat insanda aynen bu etkileri gözleyebiliriz. Sürekli kavga ortamında büyümüş bir çocuk kendini bitkin, hayata karşı duruşu zayıf bir şekilde hissedecektir. Erkeklerin güzel sözlerle harmanladığı duygu cümlecikleri bir çok kadını baştan çıkarabilir. Bir şeyler rica eden bir kadın kibarlığını kullandığı sürece istediğine ulaştığı gözlenir. Kaba olan şeyler doğamız gereği kabul edilebilir bulunmamıştır.

Kelimelerin anlamı ve söyleniş tarzı güzel bir harmoni yaratıyor. Ruh halimiz söylediğimiz kelimeleri seçerken etkili olduğu kadar söylenen kelimelerin de ruh hali üzerinde etkisi olduğunu düşünmeliyiz. Bu alanda bir bilim dalı olduğunu biliyor muydunuz? Bu dala psikodilbilim deniyor. İnsanların doğuştan dil konuşma yeteneğiyle doğduğunu her dili konuşabilecek yapıda olduğunu savunur ve ekler insan çevresinde duyduğu dili kanıksar ve buna göre tepki verir der. Her kelime bizlerin içinde bir heyecan bir duygu oluşturur. Bir yazıyı, bir söylemi güzelleştiren kullanılan kelimeler değil midir? 

O halde insan neden kalp kırmaya gönüllüdür? Kelimeleri seçerek konuşmak insanın iradesine bağlıdır. Güzel söz söyleyen insan hem karşısındaki insanı yada herhangi bir canlı cansız varlığı memnun eder
hem de kendi manevi tatmini gerçekleşir. Tasavvuf düşünürleri bir kaleme bile eşya gözüyle değil bize yardımcı gözüyle baktığımızda ve onunla güzel kelimelerle konuştuğumuzda hayata bakış açımızın inanılmaz derece değiştiğini savunur. İnsanların birbirine kötü söz söylemekten çekindiği bir dünya hayal et herkesin ruh hali dengede olur, barış ortamı oluşurdu. Tabi ki tüm insanlar böyle davranacak psikolojide ve yapıda değiller. Ama düşünen herkes böyle bir düzenin mutluluğa götüreceğini savunur. Peygamber efendimizin dediği gibi Ya güzel söyle ya da sus!

Peki kelimeler bu kadar sihirli ve bizlerde mucizevi etkiler yaratıyorsa biz neden bu sihri güzel etkiler yaratacak şekilde değil, bir silah olarak kullanma yoluna gidiyoruz. Aslında kötü sözler söylemek güzel sözler söylemeye kıyasla çok daha zordur ve efor gerektirir. Sen de kelimelerini güzelden yana seç, kendi tatminin de huzurun da bu mucize sözcüklerle var olduğuna kendi yaşamında şahit olacaksın. Mutlaka güzel söyle ki sen de güzel bir şekilde karşılık bul. Kötü söz duysan bile güzel karşılık ver ki o kötü söz bir mum misali sönük kalsın. Hayat yolunda iyi şanslar diliyor, hep mutlu olmanı diliyorum....

Kendine iyi bak...

12 Eylül 2020 Cumartesi

ÖNCE AYNAYI KENDİNE ÇEVİR

Gül şeklinde insan yüzü



Toplum olmanın gereği insanlarla temas içinde olmak, ilişki kurmak durumundayız. İsteklerimizi ifade etmek, birbirimizi anlayabilmek, duygularımızı anlatabilmek gibi maksatlarla iletişim kurma ihtiyacı duyarız. İletişim ihtiyacı hep var olmuş, bir çok sorunun çözümünde odak noktası olmuştur. Konuşma ve anlama bu kadar önemliyken akıllarda buna ket vuran bir düşünce belirmiştir... Ya aynı dili konuşan bu insanlar olur da problemlerini çözemeyecek seviyeye gelirlerse ? Ya dil denilen şey problemlerimizi çözmede yardımcı unsur olmazsa? Şimdi bir düşünelim buna sebep olacak neler var ve çözüm yolları neler olabilir ?

 İnsan doğal yapısı gereği çocukluk çağından ileri gelen sınırlarını çizme eğilimi içerisindedir. Kendini savunma içgüdüsü asırlardır baskın gelen bir duygudur. Ailevi yaşantıları dahil karşılaştıkları her grupta bu eğilimlerini yaşatma tutumu sergilemişlerdir. Kendini savunma savaşı meydanına dahil olmuşlardır. Peki bu savaşta galip olan kim? En güçlü olan mı ?  Ya da kendini en iyi ifade etme yeteneğine sahip olan mı ? Bunların hiç birine cevabımız evet olamaz çünkü biliyoruz ki her birey kendi savunduğu noktada haklı. Tam da yaşanılan bu kargaşaya bakış açımız bu olmalı aslında herkes yaşadığı durumda kendi hayat tecrübeleri, kendi düşünce ve yargı sistemleri dahilinde bir görüş sergiler ve kendi baktığı gözlüğün camından tabi ki haklıdır. Bunu kabul edebilirsek eğer o zaman bu anlaşmazlıkların çözümünde vakıf olmuş olacağız. Tartışma esnasında aslında kendine yöneltilen bir saldırı olarak algılama vardır. Önemli olan o noktada tartışılan konu değil tamamen kendini savunma iç güdüsüdür. Tartışan iki taraf da insan olmanın gereği karşısındakine anlayış göstererek çözüm odaklı giderek meseleyi halledebilir aslında. Her zaman her dediği doğru olamaz insanın yalnız ona doğru olduğu düşüncesi vakıf olur. Karşısındaki insana da düşüncelerinde bir şans verebilme imkanı yaratırsa işte o zaman anlaşmazlıkların çözümü kendiliğinden gelecektir. İslam dini de toplumsal iletişim sorunlarının çözümünün her daim barışı savunarak çözüleceği görüşünü  desteklemiştir. Karşımızdaki insanın bakış açısına bürünmeyi öngörmüş, tarafsız bir şekilde dinlememiz gerektiğini söylemiştir.

Her insan bambaşka bir ailede, bambaşka bir çevrede ve başka imkanlar dahilinde dünyaya gelmektedir. Kimi bir ailesi olmadan yaşamını sürdürmekte, kimi topluma göre mükemmel şartlara sahip olarak hayatını idame ettirmektedir. Kimi de orta gelirli bir ailede çoğunluğun sahip olduğu eşit imkan ve aile yapısıyla dünyaya gelmektedir. Bu yüzden de bakış açılarımız herkese göre farklılık gösterebilir  ya da düşünce benzerliği yaşayabiliriz. İnsan yaşamı boyunca kendi doğrularını oluşturmuş ve o doğrultuda olayları algılamaktadır. Yaşanılan probleme yaklaşımlarımız bu imkanlar dahilinde farklı olacak ve haklı olduğumuzu bize düşündürecektir. Hiç kimseyi düşündüğü görüş neticesinde yargılayamaz ve haksız olduğunu söyleyerek yadırgayamayız. Bahsettiğim mesele söylenilen şeyin doğru veya yanlış olması değil sadece insani düşünme yeteneğimizin hiçe sayılmaması ve karşımızdaki kişiyi şüphesiz haksız olarak damgalamadan sorgulamamız gerektiğidir. Sonuçta hepimiz bilinçli bir beyine sahip, bizlere bahşedilmiş düşünme kabiliyetimiz sayesinde bir görüş elde eder ona göre fikrimizi savunuruz. Bu da bana göre yok sayılmayacak kadar önemli bir başarıdır.

Dini inancın, toplumsal çevren, hayattaki yargıların ve hataların ne olursa olsun insan olma erdemine erişti isen kendini sorgula ve karşındaki insanın görüşlerine saygı duy. Ancak böyle ilerleyen, gelişen bir toplum olabiliriz. Her şeyden önce bizlerin doğru veya yanlış diye nitelediği değer yargıları kimine göre yanlış olabilir düşüncesini özümseyebilirsek bu dediklerim de başarı elde edilebilir.

Okuduğun için teşekkür ederim. HOŞÇA KAL...

11 Eylül 2020 Cuma

DOĞA VE İNSAN İLİŞKİSİ







Transandantalizm'in (Aşkıncılık) öncülerinden olan Ralp Waldo Emerson "Tabiat her zaman ruhun renklerini kuşanır" cümlesiyle bizim için çok önemli olan bir kavramı akla getirmiştir. Doğa ve insan birbirinden ayrı düşünülemez. İnsan kendindeki hakikati anlayabilmek için doğaya bakmalıdır. Doğanın tek başına ilahi bir gücü yoktur nitekim insanla anlam kazanabilir. İnsan kendi ruhundan bir aynayla dış dünyaya gözlerini çevirdiğinde ruhunun tecellileriyle bütünleşen bir dünya görecektir. Öyle ki tasavvufi bir çok eserde kainatın yaratılışında bizler açısından derin anlamlar bulunmaktadır. Bakıp görecek ve yaratılışımızdaki mükemmel gayeyi, Allah'ın yüceliğine şahit olma maksadına ereceğiz.



Doğa ve insan bu kadar iç içe geçmiş vaziyette, birbirinin tamamlayıcısı iken bizler doğaya ne kadar sahip çıkıyoruz? bu soru aklımda derin düşünceler oluşturmaya yetiyor. İnsanoğlu yüzyıllardır bencil bir varlık olarak yaşamını sürdürmektedir. Sahip olmak istediği yaşama güdüsü kendi dışında her şeyi tahrip etmeyi beraberinde getirmiştir. Beslenme, enerji üretimi, giyinme, yerleşme gibi bir çok temel ihtiyacını hangi yolla olursa olsun elde etme isteği duymuştur. Bunun sonucunda enerjide kullanılan, sera gazları üreten doğal gaz, petrol, kömür gibi kaynakları atmosfere salmış zehirli gazları açığa çıkarmıştır. Büyümesi bir hayli zor ağaçlarımız kesilmiş ormanlarımız azalma eğilimine gitmiştir. Denizler plastik atıklarla, çöp atıklarla kirletilmiştir. Bunun yanında çoğalan insan nüfusu beraberinde savaşları, beton-gürültü-metal kirliliğini getirmiştir. Bütün bunlar nelere mal olmuş hep birlikte inceleyelim. Dünya ortalama sıcaklığı 1800' lü yıllardan bu yana 1 derece artmıştır ve artmaya devam etmektedir. Bilim insanları 2050 yılında doğayı kurtarmanın geri dönüşümü olamayacağını söylüyor. Bu da demek oluyor ki severek tükettiğimiz bir çok besini artık yiyemeyeceğiz. Hayvanlarımızın nesilleri tükenecek. Türlü hastalıklar çoğalmaya başlayacak.


Doğa katliamları gün geçmiyor ki haber bültenlerinde karşımıza çıkmasın. Tahripkar insanoğlu diğer savunmasız canlıların yanında savunmasız doğayı da ayakları altına almıştır. Her çıkan yangın haberinden, ağaç kesim haberinden, çevre kirliliği, denizlerin atıklarla doldurulması olaylarından muhakkak birinci sorumlu insanoğludur. Tahrip ettiği doğa bir yolunu bulup ne olursa olsun ayakta kalmaya çaba göstermektedir. Ancak bu gidiş nereye kadar böyle sürecek kimsenin bilgisi yok. Bunlara dur diye bilemezsek artık uğraşacak bir doğamızın olmadığını da söyleyebiliriz.


Diğer canlılardan farklı olarak insan düşünebilen bir varlıktır. Yaşama iç güdüsü onu bu kadar tahripkar yapabilme canavarlığına dönüştürebiliyorsa yine yaşayabilmek için bu gidişe bir dur diyebilme gücüne de sahiptir. Doğanın katledilmesi demek insanın katlinden başka bir şey olmasa gerek. İpler bizim elimizde ise ruhumuzun aynası doğa ise o zaman o ipe canla başla sarılmamız gerekir . Tüm insanlar yaşam alanlarında ufak tefek değişiklikler yaparak bu döngünün kırılmasında rol oynayabilirler. Tabi ki toplumsal anlamda da devletlere düşen görevler başı çekmektedir. Uluslararası anlaşmalarla doğanın tahribinin önüne geçilmesi önlenmelidir. Yenilenebilir enerji kaynakları kullanımına önem verilmelidir. Ağaçlandırma çalışmaları arttırılmalı, geri dönüşüm faaliyetlerine önem verilmelidir. Daha bir çok önlem alınabilir ve çok geç olmadan olacakların önüne geçilebilir.



Tüm her şey gibi dünya denen yaşlı gezegende bir gün yok olacak. İçindeki tüm doğayı, canlıları beraberinde götürecek. Hepimiz ölümlü olduğumuza göre dünyada son insan kalana kadar mücadele etmek birincil vazifemiz olmalı. Her ne olursa olsun bizler için birincil etken olmaya devam eden doğamıza canı pahasına da olsa sahip çıkmak boynumuzun borcudur. Ruh'u olmayan insan canlılığını, yaşama gücünü hissedemez. O zaman ruhumuzun renklerini doğaya yansıtma zamanı. Daha iyi bir dünya için...

6 Eylül 2020 Pazar

PSİKOLOJİ ALANINDA KİTAP ÖNERİLERİM


Evet, son yıllarda beni etkilemeyi başarmış, gelişimim üzerinde olumlu etkileri olduğunu düşündüğüm psikoloji üzerine kitaplardan oluşan  bir derleme yaptım. Daha çok anksiyete ve depresyon bozukluğu konularında yardımcı olacağı kanaatindeyim. Sen de psikolojiye meraklıysan ya da hayatında nasıl bir değişime gideceğini bilmediğin kaygı bozukluğu veya depresyonun eşiğinden geçiyorsan zihninin rahatlamasını ve yoluna ışık tutmasını istediğim bir kaç önerim var. Şimdi tek tek içerik bakımından ayrıntılı inceleyeceğiz. Umarım önerilerim hoşuna gider ve bu kitapları edinirsin. 

Bahsedeceğim ilk kitap Nilüfer Devecigil'in Işığın Yolu adlı eseri:

Bir bağlanma hikayesi tamlamasıyla girizgahı yapıyor ve ilk sayfayı açıyorsunuz Ayşenur ile Michael'in hikayesi başlıyor. Bu hikayede geçmişin hayatımızı ne denli yönlendirebileceği gerçeğiyle yüzleşeceksiniz. Bir aile kurma ve ebeveyn olma yolunda ilerlerken, çocukluğumuzda karşılaştığımız bağlanma biçimimizin bizi yönlendirme sürecine şahit olacaksınız. Hatalı bir bağlanmanın nelere sebep olabileceğini ve zincir şeklinde nesiller arası yayılabileceğini göreceksiniz. Peki çocuklukta saplanan zehirli okları bedenimizden çekip çıkarmanın bir yolu var mıdır? Bu sorunun cevabını sayfalarda bulacaksınız. Kitap psikoloji yanında felsefe, mindfullness, ebeveynlik kuramları, nörobilim gibi bir çok daldan faydalanarak yazılmış. Bu konularda farkındalığını arttırmak istiyorsan okumanı kesinlikle öneririm.

İkinci kitabımız ise en sevdiğim yazarlardan Irvin D. Yalom'un Günübirlik Hayatlar adlı eseri:

Kısa kısa psikoterapi öykülerini konu alan kitapta yazarın karşılaştığı öyküleri bizlere sunarken kendini sorgulama şekillerini de irdeliyor ve aklından geçen düşünceleri okuyabiliyoruz. Genellikle ölüm gerçeği ve geçici, kısa hayat yolculuğunda yaşamımızı nasıl daha anlamlı hale getirebiliriz soruları içinde kayboluyor ve kendi yaşamlarımıza uygulama fırsatları buluyoruz. Kısacası insani öyküleriyle insanın içini sarsacak ve kendini sorgulatacak farklı öyküleri parmaklarımız arasında çevirme fırsatı buluyoruz. Sen de beynindeki fırtınalara cevap bulma arayışında çırpınıyorsan sana öncü olabilir nitelikte olduğu fikrindeyim.

Üçüncü önerim bayılarak okuduğum hiç bitmesini istemediğim "Mücadeleyi bırak yaşamana bak" sloganıyla ruhumda heyecan uyandıran Russ Harris'in Mutluluk Tuzağı adlı eseri:

Mutluluk bizim için ne ifade ediyor? Hislerimizi hareketlendiren, harfler dizini mi, yaşamımız boyunca durmadan ona yaklaşmaya çalıştığımız bir hazinemi yoksa uydurulmuş bir tuzak mı hiç düşündünüz mü? Bu kitap bizlere bu soruları sorgulatırken bir yandan da hayatın geçici oluşunu, yaşadığımız anların mutluluktan daha değerli olduğunu anımsatıyor. Eğer yaşıyorsak her duygunun tıpkı mutluluk gibi gereksinim olduğunu fark ettiriyor. Kitap ACT denilen bir psikolojik terim üzerine kurulu. Fazla kontrolcülük ve mükemmelliyetçiliğin hayatımız üzerine olumsuz etkilerinden söz ediyor. Daha tatminkar bir hayat yaşamamızda bize yaşam önerileri sunan mucize bir kitap olma yolunda ilerliyor bana göre.

Dördüncü tavsiyem Jeffret E. Young ve Janet S. Kloko'nun eseri Hayatı Yeniden Keşfedin:

Bildiğimiz gibi Şema terapisi psikolojide kullanılan güzel bir yöntem. Bu kitapta kendimizi tanıma ve anlamlandırma yolunda düşüncelerimizi ve davranışlarımızı yönlendiren şemalarımızı tanıma ve bunları tek tek kırma yöntemleri hakkında engin bilgiler sunuluyor. Kendini anlamlandırmak ve beğenmediği özelliklerini keşfedip değiştirmek isteyen herkese tavsiyemdir.

Ve son olarak son günlerde gündemde olan Dr David Burns'un İyi Hissetmek adlı eseri:

Günümüzde depresyonla karşılaşma ihtimalimiz oldukça yükseliyor. Bu kitapta Bilişsel Davranışçı Terapinin depresyondaki iyileştirici rolünü sorgulayacak, depresyonun nedenlerini geniş çaplı inceleyecek ve pratik uygulamalarla tıpkı terapi odasındaymışız gibi yaşamdan örneklerle çözüm yolları bulacağız. Yazar kitabının ilaçlar kadar hatta daha fazla iyileştirici gücünün olduğuna inanıyor ve uygulamalarıyla destekliyor. Ancak her ihtiyaç duyulduğunda gerekli sayfalarının yeniden okunmasını öneriyor. Umarım çözüm önerileri depresyonla başa çıkmada yardımda bulunur.

 Keyifli okumalar...

3 Eylül 2020 Perşembe

YOKLUKTAKİ MUAZZAM VAR OLUŞ

                        


Hepimiz hayatımızın bir döneminde bu hisleri yaşamışızdır. Her şeyimiz varken içimize işleyen huzursuzluk ,bir şeylerin eksik olduğu düşüncesi ve sebep arama çırpınışları...Eski zamanlarda, hepimizin küçücük evlerde yaşadığı, soframıza koyulan öğünlerin miktarının sayılı olduğu, aldığımız bayramlık ayakkabının eskiyene kadar giyildiği o her şeyin kıymetinin bilindiği unutulmaz zamanlarda sanki daha huzurluyduk düşüncesi hepimizin içini sarıverir bazen. Neden böyle olduğunu, içimizdeki bu boşluk duygusunun nereden geldiğini anlama çabasında isen yazdıklarımı lütfen okumaya devam et.

Büyük patlamadan bu yana var olan dünya hayatının içinde, "biz" diye bir şey yokken hayata merhaba dedik, yokken var olduk. Ailemiz yoktu bir ailenin içine gözlerimizi açtık. Bir adımız yoktu ad sahibi oluverdik. Aslında biz hiçlikten meydana gelmiş varlıklarız  ve ne acı ki bir hiç olup ebedi yurdumuza göç edeceğiz. Sahip olduğumuz her şey geçici ve bizlere ait değildir. Gel gelelim elimizdekilere sıkı sıkıya tutunduğumuz, bizden hiç gitmeyecekmiş gibi sahiplendiğimiz maddelere kendimizi adamış haldeyiz. Bu maddeler para, ev, araba, evlat, statü aklınıza gelen her türlü şey olabilir.

 İnsanın bir işi yokken birden iş sahibi oluverir, evladı olmayan bir aile bir anda önüne dünyaları sunacağı bir yavruyu kucaklarken bulabilir kendini. Ya da çok istediği o arabayı sürer duruma geliverir. İnsan, bu hayatta dilediği her şeye sahip olabilir ancak bu sahiplik hissi onu tatmin edecek boyuta hiç bir zaman gelemeyecektir. Sahip olacağı, yapacağı  hiçbir şey kalmayıp intihar eden o adamı aklınıza getirin. Ancak bizi tatmin edecek yegane şeyler vardı. Bunlar yokluk zamanlarımızdaki  çaba, arayış, tutku dan başkası değildir. Bunu kabul edelim ki yokluk zamanlarımızda daha verimli oluruz. Kaybedeceğimiz bir şey yokken istediklerimize ulaşma arzusu, hayal gücümüz bize bambaşka şeyler yaptırabilir. Yokluk aslında bize varlığın hissettirdiği güzel duyguları tattırmadaki yegane aracımızdır. İnsan istediği şeylere sahip değilken sahip olma hayaliyle yanıp tutuşur bu ateş onu daha da körükler ve aktifleştirir. Bir diğer yanıysa şudur ki yokken insan daha özgürdür ayağına takılan prangaları yoktur. Başını alıp gidebilme özgürlüğüne sahiptir. Kendi yoktan var oluşunu hatırlayıp yine Allah'a kavuşacağını bildiğinden kaybetme korkusu yaşamaz. Hayatın bize sunacağı onlarca şeyden mahrum olacağız belki de ancak sahip değilken yaşadığımız tarifi zor duygulara varken hiç sahip olamayabiliriz. Hayatın üstünün altından iyi olacağını hiç bir zaman iddia edemeyiz. Bu yüzden şuanda neye sahipsek  kıymet bilerek sıkı sıkıya sarılmalıyız. Yoklukta bize sunulan duygulardan kendimizi alıkoymamalıyız. Başka insanlarla kendimizi kıyaslayarak bizdeki varlığın azlığıyla her zaman tatminsiz olacağız. Zira muhakkak bizden daha üstün, daha zengin, daha başarılı insanlar daima var olmaya devam edecektir. Fakat şu açıdan bakabilirsek bence yokluktan ziyade şükür duyguları içimizi kaplayacaktır o da şudur ki kendimizden daha aşağıda insanlara bakmamız. Bu yöntem daima bizleri tatmin boyutuna ulaştıracak ayrıca yardım etme iç güdümüzü kuvvetlendirecektir.

Tasavvufu ilke haline getiren insanların huzurunu hep merak etmişimdir. Şüphesiz yokluktaki o mucizeyi kavramalarından gelmektedir. Öyle ki Mevlana Celalettin Rumi der ki  Varlık elde etmek için yokluk gerek. Mimar ev yapmak için boş arsa arar. Marangoz ahşap işi yapmak için ham tahta arar. Saka su satmak için susuz ev arar. Yokluğa dikkat et onda nice hikmetler vardır. Yoklukta insan daha muhtaçtır ve acizliğini anlayabilir böylece ilahi güç ona gerçek tatmini ve istediğini verir. Hepinizi yokluktaki  o güzel hikmetleri kavramaya davet ediyorum.

1 Eylül 2020 Salı

KORKMA O YALNIZ BİR "DÜŞÜNCE"

 





Başımıza gelen durumların bizi üzme kapasitesini kendimiz belirliyoruz desem bu görüşüme kaç kişi onay verir bilinmez. Hiç kimse ya da hiç bir olay bizleri başlı başına üzmeye yetki sahibi değildir . Yalnızca aklımızdan geçen düşünceler onlara bu yetkiyi verir. Evet yanlış okumadınız psikoloji bunu böyle açıklıyor. Biz olayları algıladığımız ölçüde üzülüyoruz. Sizi bir insanın üzdüğüne mi kanaat getirdiniz. Ya da hayatın size kötü sürprizler sunduğu görüşünde hem fikir misiniz? Peki size bunların gerçekten var olmadığını söylesem?..

Düşünceler, bir olay hakkında biz istesek de istemesek de oluşan, gerçek oymuş gibi algıladığımız yanılsamalardır. Bir olay gerçekleşir beynimiz otomatikman bir düşünce oluşturur ve algıladığımız şekilde duygularımız örtüşür. Bu döngünün oluşmasında üç temel unsur vardır. Yaşanılan olay, beynimizin oluşturduğu düşünce  ve düşüncelerin yarattığı duygularımız. Üçünün döngüsü bizlerin mutlu veya mutsuz olarak olayı değerlendirmemizde yer alan unsurlardır. Bu düşüncelere üç şekilde yanıt veririz. Ya düşünmemeye çalışır ve sürekli o olayın içinde döngü halinde düşünmeye başlarız. Ya kendimizi kaptırır o düşünceyi sürekli düşünür halde buluruz  kendimizi ya da düşünceyi bastırmaya çalışır ve yokmuş gibi davranmaya çalışırız. Hepsi aslında olaylara verdiğimiz tepkinin hepimizde yarattığı etkileşimlerdir ve asıl olan şudur ki düşünceler denizlerdeki dalgalar gibidir kıyıya vurur ve söner, aklımıza geliverir ve sonunda söner. 

Aldığımız bir ürün kusurlu çıktığında sinirlenir üretici firmaya derin bir öfke duyarız ya da aldığımız bir terfide çok büyük sevinçler duyarız. Bizi bu duygulara sahip olduran şey ise meydana gelen olaylar değil  onlar hakkında duyduğumuz düşüncelerdir. Çocuğumuzun yürümeye çalışırken bir şeyler kırması bizi mutlu da edebilir kızdıra da bilir. Algıladığımız şey çocuğumuzun büyümeye başladığını düşünmek ise bizi sevindirecek, kırılan eşyamıza odaklanmış isek elbette ki sinirleneceğiz. 

Bunun farkına varabildiğimiz ölçüde hayatımızı daha tatminkar ve doyumlu yaşamak mümkün olacaktır. Sağlam bir psikolojiye sahip olmanın temelinde de bu farkındalık yatıyor bana göre. Olayların bizi üzmesine karşı verdiğimiz mücadele bizleri hayat yolunda daha dayanıklı kılacaktır.

Peki ama bunu nasıl başaracağız dediğinizi duyar gibiyim Ferrarisini satan bilge Yogi Raman söyle diyor; sizi üzen olumsuz bir düşünce aklınıza geldiğinde hemen bunu olumlusuyla değiştirin, düşüncenin gelip gitmesine izin verin. Bu duyguyu bir düşüncenin var ettiğinden emin olun böylelikle düşünce kuyusunun eline ipleri vermemiş olursunuz. Bizlere de bu görüşü hiçe saymayıp uygulamaya çalışmak düşüyor.

Ayrıca belirtmek istediğim nokta şu ki insanların birbirini suçlamadığı, olaylara bakış açılarını değiştirerek bir yaklaşım sergilediği noktada gerek insan ilişkilerinde gerekse toplumsal düzende muazzam bir yaklaşım sergilenebilir.  Mevlana insan duygudan ve düşünceden ibaret gerisi et ve kemik demiştir. Bizleri biz yapan dünyayı algılama biçimimiz. Kusurlu yaşamlarımızda düşüncelerimize yön verebilirsek daha yaşanılır bir toplum olacağımız görüşündeyim.

Düşünce kuyusunun içine dalıp orada beklemeye devam ettiğimiz sürece ise hiç bir el bizleri o kuyudan çıkarmada yarar sağlamayacaktır. Hayatın doğal döngüsünde yaşadığımız olayların bizlere tecrübe ettirdiği onca şeye sarılıp düşüncelerimizi olumsuzdan olumluya dönüştürdüğümüz sürece ise bize uzatılan ellerin hiçbiri geri dönmeyecektir. Düşüncelerimizi yönlendirmek bizim elimizde olan yegane güçtür. Aynı zamanda duygularımıza şekil veren, daha huzurlu bir hayat yaşamamızda bizlere yardımcı olan da ta kendisidir. Düşünce deyip geç ve çok da ciddiye alma. Hayatın böylece daha düzgün bir sürece doğru yol alacak. Haydi bir yerden başla. İyi düşüncelerin kapını çalması dileğiyle. HOŞÇA KAL.