12 Eylül 2020 Cumartesi

ÖNCE AYNAYI KENDİNE ÇEVİR

Gül şeklinde insan yüzü



Toplum olmanın gereği insanlarla temas içinde olmak, ilişki kurmak durumundayız. İsteklerimizi ifade etmek, birbirimizi anlayabilmek, duygularımızı anlatabilmek gibi maksatlarla iletişim kurma ihtiyacı duyarız. İletişim ihtiyacı hep var olmuş, bir çok sorunun çözümünde odak noktası olmuştur. Konuşma ve anlama bu kadar önemliyken akıllarda buna ket vuran bir düşünce belirmiştir... Ya aynı dili konuşan bu insanlar olur da problemlerini çözemeyecek seviyeye gelirlerse ? Ya dil denilen şey problemlerimizi çözmede yardımcı unsur olmazsa? Şimdi bir düşünelim buna sebep olacak neler var ve çözüm yolları neler olabilir ?

 İnsan doğal yapısı gereği çocukluk çağından ileri gelen sınırlarını çizme eğilimi içerisindedir. Kendini savunma içgüdüsü asırlardır baskın gelen bir duygudur. Ailevi yaşantıları dahil karşılaştıkları her grupta bu eğilimlerini yaşatma tutumu sergilemişlerdir. Kendini savunma savaşı meydanına dahil olmuşlardır. Peki bu savaşta galip olan kim? En güçlü olan mı ?  Ya da kendini en iyi ifade etme yeteneğine sahip olan mı ? Bunların hiç birine cevabımız evet olamaz çünkü biliyoruz ki her birey kendi savunduğu noktada haklı. Tam da yaşanılan bu kargaşaya bakış açımız bu olmalı aslında herkes yaşadığı durumda kendi hayat tecrübeleri, kendi düşünce ve yargı sistemleri dahilinde bir görüş sergiler ve kendi baktığı gözlüğün camından tabi ki haklıdır. Bunu kabul edebilirsek eğer o zaman bu anlaşmazlıkların çözümünde vakıf olmuş olacağız. Tartışma esnasında aslında kendine yöneltilen bir saldırı olarak algılama vardır. Önemli olan o noktada tartışılan konu değil tamamen kendini savunma iç güdüsüdür. Tartışan iki taraf da insan olmanın gereği karşısındakine anlayış göstererek çözüm odaklı giderek meseleyi halledebilir aslında. Her zaman her dediği doğru olamaz insanın yalnız ona doğru olduğu düşüncesi vakıf olur. Karşısındaki insana da düşüncelerinde bir şans verebilme imkanı yaratırsa işte o zaman anlaşmazlıkların çözümü kendiliğinden gelecektir. İslam dini de toplumsal iletişim sorunlarının çözümünün her daim barışı savunarak çözüleceği görüşünü  desteklemiştir. Karşımızdaki insanın bakış açısına bürünmeyi öngörmüş, tarafsız bir şekilde dinlememiz gerektiğini söylemiştir.

Her insan bambaşka bir ailede, bambaşka bir çevrede ve başka imkanlar dahilinde dünyaya gelmektedir. Kimi bir ailesi olmadan yaşamını sürdürmekte, kimi topluma göre mükemmel şartlara sahip olarak hayatını idame ettirmektedir. Kimi de orta gelirli bir ailede çoğunluğun sahip olduğu eşit imkan ve aile yapısıyla dünyaya gelmektedir. Bu yüzden de bakış açılarımız herkese göre farklılık gösterebilir  ya da düşünce benzerliği yaşayabiliriz. İnsan yaşamı boyunca kendi doğrularını oluşturmuş ve o doğrultuda olayları algılamaktadır. Yaşanılan probleme yaklaşımlarımız bu imkanlar dahilinde farklı olacak ve haklı olduğumuzu bize düşündürecektir. Hiç kimseyi düşündüğü görüş neticesinde yargılayamaz ve haksız olduğunu söyleyerek yadırgayamayız. Bahsettiğim mesele söylenilen şeyin doğru veya yanlış olması değil sadece insani düşünme yeteneğimizin hiçe sayılmaması ve karşımızdaki kişiyi şüphesiz haksız olarak damgalamadan sorgulamamız gerektiğidir. Sonuçta hepimiz bilinçli bir beyine sahip, bizlere bahşedilmiş düşünme kabiliyetimiz sayesinde bir görüş elde eder ona göre fikrimizi savunuruz. Bu da bana göre yok sayılmayacak kadar önemli bir başarıdır.

Dini inancın, toplumsal çevren, hayattaki yargıların ve hataların ne olursa olsun insan olma erdemine erişti isen kendini sorgula ve karşındaki insanın görüşlerine saygı duy. Ancak böyle ilerleyen, gelişen bir toplum olabiliriz. Her şeyden önce bizlerin doğru veya yanlış diye nitelediği değer yargıları kimine göre yanlış olabilir düşüncesini özümseyebilirsek bu dediklerim de başarı elde edilebilir.

Okuduğun için teşekkür ederim. HOŞÇA KAL...

11 Eylül 2020 Cuma

DOĞA VE İNSAN İLİŞKİSİ







Transandantalizm'in (Aşkıncılık) öncülerinden olan Ralp Waldo Emerson "Tabiat her zaman ruhun renklerini kuşanır" cümlesiyle bizim için çok önemli olan bir kavramı akla getirmiştir. Doğa ve insan birbirinden ayrı düşünülemez. İnsan kendindeki hakikati anlayabilmek için doğaya bakmalıdır. Doğanın tek başına ilahi bir gücü yoktur nitekim insanla anlam kazanabilir. İnsan kendi ruhundan bir aynayla dış dünyaya gözlerini çevirdiğinde ruhunun tecellileriyle bütünleşen bir dünya görecektir. Öyle ki tasavvufi bir çok eserde kainatın yaratılışında bizler açısından derin anlamlar bulunmaktadır. Bakıp görecek ve yaratılışımızdaki mükemmel gayeyi, Allah'ın yüceliğine şahit olma maksadına ereceğiz.



Doğa ve insan bu kadar iç içe geçmiş vaziyette, birbirinin tamamlayıcısı iken bizler doğaya ne kadar sahip çıkıyoruz? bu soru aklımda derin düşünceler oluşturmaya yetiyor. İnsanoğlu yüzyıllardır bencil bir varlık olarak yaşamını sürdürmektedir. Sahip olmak istediği yaşama güdüsü kendi dışında her şeyi tahrip etmeyi beraberinde getirmiştir. Beslenme, enerji üretimi, giyinme, yerleşme gibi bir çok temel ihtiyacını hangi yolla olursa olsun elde etme isteği duymuştur. Bunun sonucunda enerjide kullanılan, sera gazları üreten doğal gaz, petrol, kömür gibi kaynakları atmosfere salmış zehirli gazları açığa çıkarmıştır. Büyümesi bir hayli zor ağaçlarımız kesilmiş ormanlarımız azalma eğilimine gitmiştir. Denizler plastik atıklarla, çöp atıklarla kirletilmiştir. Bunun yanında çoğalan insan nüfusu beraberinde savaşları, beton-gürültü-metal kirliliğini getirmiştir. Bütün bunlar nelere mal olmuş hep birlikte inceleyelim. Dünya ortalama sıcaklığı 1800' lü yıllardan bu yana 1 derece artmıştır ve artmaya devam etmektedir. Bilim insanları 2050 yılında doğayı kurtarmanın geri dönüşümü olamayacağını söylüyor. Bu da demek oluyor ki severek tükettiğimiz bir çok besini artık yiyemeyeceğiz. Hayvanlarımızın nesilleri tükenecek. Türlü hastalıklar çoğalmaya başlayacak.


Doğa katliamları gün geçmiyor ki haber bültenlerinde karşımıza çıkmasın. Tahripkar insanoğlu diğer savunmasız canlıların yanında savunmasız doğayı da ayakları altına almıştır. Her çıkan yangın haberinden, ağaç kesim haberinden, çevre kirliliği, denizlerin atıklarla doldurulması olaylarından muhakkak birinci sorumlu insanoğludur. Tahrip ettiği doğa bir yolunu bulup ne olursa olsun ayakta kalmaya çaba göstermektedir. Ancak bu gidiş nereye kadar böyle sürecek kimsenin bilgisi yok. Bunlara dur diye bilemezsek artık uğraşacak bir doğamızın olmadığını da söyleyebiliriz.


Diğer canlılardan farklı olarak insan düşünebilen bir varlıktır. Yaşama iç güdüsü onu bu kadar tahripkar yapabilme canavarlığına dönüştürebiliyorsa yine yaşayabilmek için bu gidişe bir dur diyebilme gücüne de sahiptir. Doğanın katledilmesi demek insanın katlinden başka bir şey olmasa gerek. İpler bizim elimizde ise ruhumuzun aynası doğa ise o zaman o ipe canla başla sarılmamız gerekir . Tüm insanlar yaşam alanlarında ufak tefek değişiklikler yaparak bu döngünün kırılmasında rol oynayabilirler. Tabi ki toplumsal anlamda da devletlere düşen görevler başı çekmektedir. Uluslararası anlaşmalarla doğanın tahribinin önüne geçilmesi önlenmelidir. Yenilenebilir enerji kaynakları kullanımına önem verilmelidir. Ağaçlandırma çalışmaları arttırılmalı, geri dönüşüm faaliyetlerine önem verilmelidir. Daha bir çok önlem alınabilir ve çok geç olmadan olacakların önüne geçilebilir.



Tüm her şey gibi dünya denen yaşlı gezegende bir gün yok olacak. İçindeki tüm doğayı, canlıları beraberinde götürecek. Hepimiz ölümlü olduğumuza göre dünyada son insan kalana kadar mücadele etmek birincil vazifemiz olmalı. Her ne olursa olsun bizler için birincil etken olmaya devam eden doğamıza canı pahasına da olsa sahip çıkmak boynumuzun borcudur. Ruh'u olmayan insan canlılığını, yaşama gücünü hissedemez. O zaman ruhumuzun renklerini doğaya yansıtma zamanı. Daha iyi bir dünya için...

6 Eylül 2020 Pazar

PSİKOLOJİ ALANINDA KİTAP ÖNERİLERİM


Evet, son yıllarda beni etkilemeyi başarmış, gelişimim üzerinde olumlu etkileri olduğunu düşündüğüm psikoloji üzerine kitaplardan oluşan  bir derleme yaptım. Daha çok anksiyete ve depresyon bozukluğu konularında yardımcı olacağı kanaatindeyim. Sen de psikolojiye meraklıysan ya da hayatında nasıl bir değişime gideceğini bilmediğin kaygı bozukluğu veya depresyonun eşiğinden geçiyorsan zihninin rahatlamasını ve yoluna ışık tutmasını istediğim bir kaç önerim var. Şimdi tek tek içerik bakımından ayrıntılı inceleyeceğiz. Umarım önerilerim hoşuna gider ve bu kitapları edinirsin. 

Bahsedeceğim ilk kitap Nilüfer Devecigil'in Işığın Yolu adlı eseri:

Bir bağlanma hikayesi tamlamasıyla girizgahı yapıyor ve ilk sayfayı açıyorsunuz Ayşenur ile Michael'in hikayesi başlıyor. Bu hikayede geçmişin hayatımızı ne denli yönlendirebileceği gerçeğiyle yüzleşeceksiniz. Bir aile kurma ve ebeveyn olma yolunda ilerlerken, çocukluğumuzda karşılaştığımız bağlanma biçimimizin bizi yönlendirme sürecine şahit olacaksınız. Hatalı bir bağlanmanın nelere sebep olabileceğini ve zincir şeklinde nesiller arası yayılabileceğini göreceksiniz. Peki çocuklukta saplanan zehirli okları bedenimizden çekip çıkarmanın bir yolu var mıdır? Bu sorunun cevabını sayfalarda bulacaksınız. Kitap psikoloji yanında felsefe, mindfullness, ebeveynlik kuramları, nörobilim gibi bir çok daldan faydalanarak yazılmış. Bu konularda farkındalığını arttırmak istiyorsan okumanı kesinlikle öneririm.

İkinci kitabımız ise en sevdiğim yazarlardan Irvin D. Yalom'un Günübirlik Hayatlar adlı eseri:

Kısa kısa psikoterapi öykülerini konu alan kitapta yazarın karşılaştığı öyküleri bizlere sunarken kendini sorgulama şekillerini de irdeliyor ve aklından geçen düşünceleri okuyabiliyoruz. Genellikle ölüm gerçeği ve geçici, kısa hayat yolculuğunda yaşamımızı nasıl daha anlamlı hale getirebiliriz soruları içinde kayboluyor ve kendi yaşamlarımıza uygulama fırsatları buluyoruz. Kısacası insani öyküleriyle insanın içini sarsacak ve kendini sorgulatacak farklı öyküleri parmaklarımız arasında çevirme fırsatı buluyoruz. Sen de beynindeki fırtınalara cevap bulma arayışında çırpınıyorsan sana öncü olabilir nitelikte olduğu fikrindeyim.

Üçüncü önerim bayılarak okuduğum hiç bitmesini istemediğim "Mücadeleyi bırak yaşamana bak" sloganıyla ruhumda heyecan uyandıran Russ Harris'in Mutluluk Tuzağı adlı eseri:

Mutluluk bizim için ne ifade ediyor? Hislerimizi hareketlendiren, harfler dizini mi, yaşamımız boyunca durmadan ona yaklaşmaya çalıştığımız bir hazinemi yoksa uydurulmuş bir tuzak mı hiç düşündünüz mü? Bu kitap bizlere bu soruları sorgulatırken bir yandan da hayatın geçici oluşunu, yaşadığımız anların mutluluktan daha değerli olduğunu anımsatıyor. Eğer yaşıyorsak her duygunun tıpkı mutluluk gibi gereksinim olduğunu fark ettiriyor. Kitap ACT denilen bir psikolojik terim üzerine kurulu. Fazla kontrolcülük ve mükemmelliyetçiliğin hayatımız üzerine olumsuz etkilerinden söz ediyor. Daha tatminkar bir hayat yaşamamızda bize yaşam önerileri sunan mucize bir kitap olma yolunda ilerliyor bana göre.

Dördüncü tavsiyem Jeffret E. Young ve Janet S. Kloko'nun eseri Hayatı Yeniden Keşfedin:

Bildiğimiz gibi Şema terapisi psikolojide kullanılan güzel bir yöntem. Bu kitapta kendimizi tanıma ve anlamlandırma yolunda düşüncelerimizi ve davranışlarımızı yönlendiren şemalarımızı tanıma ve bunları tek tek kırma yöntemleri hakkında engin bilgiler sunuluyor. Kendini anlamlandırmak ve beğenmediği özelliklerini keşfedip değiştirmek isteyen herkese tavsiyemdir.

Ve son olarak son günlerde gündemde olan Dr David Burns'un İyi Hissetmek adlı eseri:

Günümüzde depresyonla karşılaşma ihtimalimiz oldukça yükseliyor. Bu kitapta Bilişsel Davranışçı Terapinin depresyondaki iyileştirici rolünü sorgulayacak, depresyonun nedenlerini geniş çaplı inceleyecek ve pratik uygulamalarla tıpkı terapi odasındaymışız gibi yaşamdan örneklerle çözüm yolları bulacağız. Yazar kitabının ilaçlar kadar hatta daha fazla iyileştirici gücünün olduğuna inanıyor ve uygulamalarıyla destekliyor. Ancak her ihtiyaç duyulduğunda gerekli sayfalarının yeniden okunmasını öneriyor. Umarım çözüm önerileri depresyonla başa çıkmada yardımda bulunur.

 Keyifli okumalar...

3 Eylül 2020 Perşembe

YOKLUKTAKİ MUAZZAM VAR OLUŞ

                        


Hepimiz hayatımızın bir döneminde bu hisleri yaşamışızdır. Her şeyimiz varken içimize işleyen huzursuzluk ,bir şeylerin eksik olduğu düşüncesi ve sebep arama çırpınışları...Eski zamanlarda, hepimizin küçücük evlerde yaşadığı, soframıza koyulan öğünlerin miktarının sayılı olduğu, aldığımız bayramlık ayakkabının eskiyene kadar giyildiği o her şeyin kıymetinin bilindiği unutulmaz zamanlarda sanki daha huzurluyduk düşüncesi hepimizin içini sarıverir bazen. Neden böyle olduğunu, içimizdeki bu boşluk duygusunun nereden geldiğini anlama çabasında isen yazdıklarımı lütfen okumaya devam et.

Büyük patlamadan bu yana var olan dünya hayatının içinde, "biz" diye bir şey yokken hayata merhaba dedik, yokken var olduk. Ailemiz yoktu bir ailenin içine gözlerimizi açtık. Bir adımız yoktu ad sahibi oluverdik. Aslında biz hiçlikten meydana gelmiş varlıklarız  ve ne acı ki bir hiç olup ebedi yurdumuza göç edeceğiz. Sahip olduğumuz her şey geçici ve bizlere ait değildir. Gel gelelim elimizdekilere sıkı sıkıya tutunduğumuz, bizden hiç gitmeyecekmiş gibi sahiplendiğimiz maddelere kendimizi adamış haldeyiz. Bu maddeler para, ev, araba, evlat, statü aklınıza gelen her türlü şey olabilir.

 İnsanın bir işi yokken birden iş sahibi oluverir, evladı olmayan bir aile bir anda önüne dünyaları sunacağı bir yavruyu kucaklarken bulabilir kendini. Ya da çok istediği o arabayı sürer duruma geliverir. İnsan, bu hayatta dilediği her şeye sahip olabilir ancak bu sahiplik hissi onu tatmin edecek boyuta hiç bir zaman gelemeyecektir. Sahip olacağı, yapacağı  hiçbir şey kalmayıp intihar eden o adamı aklınıza getirin. Ancak bizi tatmin edecek yegane şeyler vardı. Bunlar yokluk zamanlarımızdaki  çaba, arayış, tutku dan başkası değildir. Bunu kabul edelim ki yokluk zamanlarımızda daha verimli oluruz. Kaybedeceğimiz bir şey yokken istediklerimize ulaşma arzusu, hayal gücümüz bize bambaşka şeyler yaptırabilir. Yokluk aslında bize varlığın hissettirdiği güzel duyguları tattırmadaki yegane aracımızdır. İnsan istediği şeylere sahip değilken sahip olma hayaliyle yanıp tutuşur bu ateş onu daha da körükler ve aktifleştirir. Bir diğer yanıysa şudur ki yokken insan daha özgürdür ayağına takılan prangaları yoktur. Başını alıp gidebilme özgürlüğüne sahiptir. Kendi yoktan var oluşunu hatırlayıp yine Allah'a kavuşacağını bildiğinden kaybetme korkusu yaşamaz. Hayatın bize sunacağı onlarca şeyden mahrum olacağız belki de ancak sahip değilken yaşadığımız tarifi zor duygulara varken hiç sahip olamayabiliriz. Hayatın üstünün altından iyi olacağını hiç bir zaman iddia edemeyiz. Bu yüzden şuanda neye sahipsek  kıymet bilerek sıkı sıkıya sarılmalıyız. Yoklukta bize sunulan duygulardan kendimizi alıkoymamalıyız. Başka insanlarla kendimizi kıyaslayarak bizdeki varlığın azlığıyla her zaman tatminsiz olacağız. Zira muhakkak bizden daha üstün, daha zengin, daha başarılı insanlar daima var olmaya devam edecektir. Fakat şu açıdan bakabilirsek bence yokluktan ziyade şükür duyguları içimizi kaplayacaktır o da şudur ki kendimizden daha aşağıda insanlara bakmamız. Bu yöntem daima bizleri tatmin boyutuna ulaştıracak ayrıca yardım etme iç güdümüzü kuvvetlendirecektir.

Tasavvufu ilke haline getiren insanların huzurunu hep merak etmişimdir. Şüphesiz yokluktaki o mucizeyi kavramalarından gelmektedir. Öyle ki Mevlana Celalettin Rumi der ki  Varlık elde etmek için yokluk gerek. Mimar ev yapmak için boş arsa arar. Marangoz ahşap işi yapmak için ham tahta arar. Saka su satmak için susuz ev arar. Yokluğa dikkat et onda nice hikmetler vardır. Yoklukta insan daha muhtaçtır ve acizliğini anlayabilir böylece ilahi güç ona gerçek tatmini ve istediğini verir. Hepinizi yokluktaki  o güzel hikmetleri kavramaya davet ediyorum.

1 Eylül 2020 Salı

KORKMA O YALNIZ BİR "DÜŞÜNCE"

 





Başımıza gelen durumların bizi üzme kapasitesini kendimiz belirliyoruz desem bu görüşüme kaç kişi onay verir bilinmez. Hiç kimse ya da hiç bir olay bizleri başlı başına üzmeye yetki sahibi değildir . Yalnızca aklımızdan geçen düşünceler onlara bu yetkiyi verir. Evet yanlış okumadınız psikoloji bunu böyle açıklıyor. Biz olayları algıladığımız ölçüde üzülüyoruz. Sizi bir insanın üzdüğüne mi kanaat getirdiniz. Ya da hayatın size kötü sürprizler sunduğu görüşünde hem fikir misiniz? Peki size bunların gerçekten var olmadığını söylesem?..

Düşünceler, bir olay hakkında biz istesek de istemesek de oluşan, gerçek oymuş gibi algıladığımız yanılsamalardır. Bir olay gerçekleşir beynimiz otomatikman bir düşünce oluşturur ve algıladığımız şekilde duygularımız örtüşür. Bu döngünün oluşmasında üç temel unsur vardır. Yaşanılan olay, beynimizin oluşturduğu düşünce  ve düşüncelerin yarattığı duygularımız. Üçünün döngüsü bizlerin mutlu veya mutsuz olarak olayı değerlendirmemizde yer alan unsurlardır. Bu düşüncelere üç şekilde yanıt veririz. Ya düşünmemeye çalışır ve sürekli o olayın içinde döngü halinde düşünmeye başlarız. Ya kendimizi kaptırır o düşünceyi sürekli düşünür halde buluruz  kendimizi ya da düşünceyi bastırmaya çalışır ve yokmuş gibi davranmaya çalışırız. Hepsi aslında olaylara verdiğimiz tepkinin hepimizde yarattığı etkileşimlerdir ve asıl olan şudur ki düşünceler denizlerdeki dalgalar gibidir kıyıya vurur ve söner, aklımıza geliverir ve sonunda söner. 

Aldığımız bir ürün kusurlu çıktığında sinirlenir üretici firmaya derin bir öfke duyarız ya da aldığımız bir terfide çok büyük sevinçler duyarız. Bizi bu duygulara sahip olduran şey ise meydana gelen olaylar değil  onlar hakkında duyduğumuz düşüncelerdir. Çocuğumuzun yürümeye çalışırken bir şeyler kırması bizi mutlu da edebilir kızdıra da bilir. Algıladığımız şey çocuğumuzun büyümeye başladığını düşünmek ise bizi sevindirecek, kırılan eşyamıza odaklanmış isek elbette ki sinirleneceğiz. 

Bunun farkına varabildiğimiz ölçüde hayatımızı daha tatminkar ve doyumlu yaşamak mümkün olacaktır. Sağlam bir psikolojiye sahip olmanın temelinde de bu farkındalık yatıyor bana göre. Olayların bizi üzmesine karşı verdiğimiz mücadele bizleri hayat yolunda daha dayanıklı kılacaktır.

Peki ama bunu nasıl başaracağız dediğinizi duyar gibiyim Ferrarisini satan bilge Yogi Raman söyle diyor; sizi üzen olumsuz bir düşünce aklınıza geldiğinde hemen bunu olumlusuyla değiştirin, düşüncenin gelip gitmesine izin verin. Bu duyguyu bir düşüncenin var ettiğinden emin olun böylelikle düşünce kuyusunun eline ipleri vermemiş olursunuz. Bizlere de bu görüşü hiçe saymayıp uygulamaya çalışmak düşüyor.

Ayrıca belirtmek istediğim nokta şu ki insanların birbirini suçlamadığı, olaylara bakış açılarını değiştirerek bir yaklaşım sergilediği noktada gerek insan ilişkilerinde gerekse toplumsal düzende muazzam bir yaklaşım sergilenebilir.  Mevlana insan duygudan ve düşünceden ibaret gerisi et ve kemik demiştir. Bizleri biz yapan dünyayı algılama biçimimiz. Kusurlu yaşamlarımızda düşüncelerimize yön verebilirsek daha yaşanılır bir toplum olacağımız görüşündeyim.

Düşünce kuyusunun içine dalıp orada beklemeye devam ettiğimiz sürece ise hiç bir el bizleri o kuyudan çıkarmada yarar sağlamayacaktır. Hayatın doğal döngüsünde yaşadığımız olayların bizlere tecrübe ettirdiği onca şeye sarılıp düşüncelerimizi olumsuzdan olumluya dönüştürdüğümüz sürece ise bize uzatılan ellerin hiçbiri geri dönmeyecektir. Düşüncelerimizi yönlendirmek bizim elimizde olan yegane güçtür. Aynı zamanda duygularımıza şekil veren, daha huzurlu bir hayat yaşamamızda bizlere yardımcı olan da ta kendisidir. Düşünce deyip geç ve çok da ciddiye alma. Hayatın böylece daha düzgün bir sürece doğru yol alacak. Haydi bir yerden başla. İyi düşüncelerin kapını çalması dileğiyle. HOŞÇA KAL.


31 Ağustos 2020 Pazartesi

KORONA VİRÜSE NE KADAR HAZIRDIK?



Gelecek kaygılarıyla yaşasak da hiçbirimiz gelecek felaketi hayal etmeyiz, düşünmeyiz bunu hiç 
sorguladın mı? Güzel günlerin hayalini kurarız evet ama ben hiç felaketin geleceğini tahmin ettiği halde onu düşünmek için can atan biriyle karşılaşmadım buna en basit örnek ölümü bilsek de onu hiç aklımıza getirmek istemeyiz. İnsanlar başına gelecekleri önceden kestirebildiği halde hiç başına gelmeyeceğini umarak o düşünceyi beyninden uzaklaştırmak ister. Evet korona virüs diğer felaketlere benzemiyordu daha önce kuş gribi,h1n1 gibi virüslerle yüz yüze gelmiştik ancak  kurtulmuştuk geçip gitmişti işte elbet bu da gelip geçiciydi en fazla ne kadar sürebilirdi ki dedik. En büyük salgınlar yüzyılda bir olur dedik nereden gelip bizi bulacaktı ki...Ve  tıpkı diğer felaket senaryolarında olduğu gibi bize hiç gelmeyeceğini düşünerek yaşamımıza devam ettik oysaki ta en başından bunu tahmin edebilecek kişilerdik hepimiz. Böylece hayatımıza bir anda sokuluverdi sinsice... peki biz bu senaryonun neresinde idik ve ne kadar hazırdık?
Hepimiz günlük telaşlarla boğuşurken bir de böyle bir felakete kapı açamayacak kadar çok yoğunduk. Gündemdeki deprem, savaş haberleri yeterince canımızı sıkıyordu bir de bunu düşünüp kahır edemezdik kendimizi. Ben ilk vakayı bir nöbet akşamında duymuş oldukça paniklemiştim mesela. Bir başkası gülüp geçmiş yalan olduğu fikrini öne sürmüştü hemen. Bir diğeriyse hükumetlerin insanlar üzerinde denediği bir deney diyerek senaryosunu yazmıştı bile..
Amma velakin gelip çatmıştı işte dünyada görülen bu virüs gelip bizi de sarmıştı. Her gün vaka sayıları bir bir yükseliyor bizde hala inanamıyor ve olup bitenleri seyre dalarak izliyorduk. Hepimizde bir panik havası durmadan temizlik yapıyor, el yıkıyor, insanlardan uzak durmaya çalışıyorduk. Verilen haberleri son gaz takip ediyor hiç aksatmadan her akşam izliyorduk. Dünyadaki yere düşüp bayılma videolarını her yerden izliyor bizlere neler olacak acaba diyerek korkuya kapılıyorduk. 
İnsan bilmediği şeyden korkarmış derler. Bizde yarı tedirgin yarı korkulu günlerimizi geçirmeye çalışıyorduk. Bana göre bu cehalet bizi virüse hazır hale getiren en önemli şey olmuştu. Ne zamanki normalleşme adımları atılmaya başlandı insanlar hazırlıksız hale geldiler. Çünkü biz kısıtlı yaşamda virüse hazırdık. Normal hayatımız, Türk kültürümüz, alışageldiğimiz yaşam tarzlarımız  korona virüse meydan okudu. Bence en önemli neden rahatlığımıza düşkün olmaktan, geleneklerimize ne koşul olursa olsun sonuna kadar ölüm de olsa kalım da olsa bağlılığımızdan, grup halinde eğlence anlayışlarımızdan, insanlara olan düşkünlüğümüzden en önemlisi bencilliğimizden geliyordu. Virüsü unuttuk sadece bir maske bizleri virüsten korur sandık. Öyle ki  içimizde onu takmaktan bile muzdarip insanlar gördük. Şemsiyemiz yoktu, varsa da bizi yağmurdan korumaya yetmiyordu. Çevremizdeki insana ne yapmaları gerektiğini dikte etmeye çalışmadan önce kendimize bakmış olsaydık Güney Kore örneğindeki gibi işbirliğiyle bu meselenin üzerinden gelebilirdik bana göre.

Lafı daha fazla uzatmadan hayatlarımızı felaket senaryolarına hazırlıklı hale nasıl getirebiliriz naçizane bunlardan bahsetmek istiyorum. Hayatta her şeyin insanın başına gelebileceğini aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Hazırlıklı olsak da olmasak da gelir. Önemli olan bunu nasıl yönetebildiğimiz. Yarın başımıza bir şey gelecekmiş gibi kendimizi günün akışına bırakmalıyız. İnsanların kalbini kırmamak, evini düzenli temiz tutmak, sağlığını kontrol ettirmek, ailenle olabildiğince çok vakit geçirmek, evinin eksik tadilatını yaptırmak, yapabileceğin işleri ertelememek gibi. Unutma ki hayatı erteleyecek kadar önemli bir lüksün yok bugün var yarın yoksun. Akışa uy, hayatını yönet ve hayatına yön ver. 

Gündeme dair düşüncelerimi daha çok okumak istiyorsanız lütfen iletişim bölümünden yazın. HOŞÇA KALIN.

29 Ağustos 2020 Cumartesi

CİNSİYETSİZLİK KAVRAMI KADINA ŞİDDETİ AZALTIR MI ?


Cinsiyet kelimesi aslında dişilik ve erkekliği ifade ederken varoluşsal anlamda çok daha büyük boyutlu kapsama sahiptir. Yüz yıllardır kıyafet sektörüne renk, biçim ve bize dayatılmaya çalışılan ölçütlerden pay sağlarken kadınların süslü, erkeklerin daha erkeksi tasarımlarını kullanan mimariye kadar her alanda kendini göstermiş günümüzde de kendi varlığını her alanda göstermektedir. İki farklı cinsiyeti ifade eden bu iki kavram aslında gözümüzü çevirdiğimiz her yerde bizlere kendini hatırlatmakla birlikte farklı düşünce temellerini atan bir yaklaşıma neden olmuştur. Bu kavramlardan biri olan modern yaşamda karşımıza çıkan cinsiyetsizlik söylemleri  alışılagelen düzeni bambaşka bir noktaya taşımıştır. Bahsedilen bu kavram cinsiyeti topyekün hiçe sayan, kadın ve erkeği eşit tutan, cinsel tercihler dahil her alanda tam bir eşitliği savunan, rollerin olmadığı bir dünya hayali bana göre. Çünkü bir takım korkutan getirilere sahip bu hayal. İlk olarak aile çatısının çatırdaması anlamına geliyor. Toplumların uyguladığı nüfus politikalarına aykırı bir niteliğe sahip. Yaratılışsal ve yapısal farklılıklar nedeniyle ise eşitlikle örtüşmüyor. Ayrıca hayatın doğal bir dengesi var ki bu cinsiyetsizlik kavramı doğal dengeye müdahele edip tamamen var oluşumuzu sorgulamamıza, tepetaklak bir düzen kurmamıza sebep olabilir.

 Bunları savunan bir kesim olsa da bir başka kesim kadına şiddet vakalarını azaltacağı görüşünü destekliyor. Bu görüşün haklı taraflarının da olduğunu varsayabiliriz. Kadınların erkeklerle eşit tutulduğu bir toplumda büyüklük taslamak geçmeyecek, ezenin daha güçlü sayıldığı bir yapı oluşmayacak kadının zayıflığından yararlanıp cinsel bir obje olarak görülmediği bir toplum yapısı ortaya çıkabilecek. Bu yanlarıyla olumlu özelliklerini öne sürerek farklı ideolojileri benimsetmeye çalışan bir güruh özellikle gençleri hedef alarak kötü yollara sevk ettirmektedir. Bunlara karşı uyanık olmak, masum olmayan görüşleri fark edebilmek boynumuzun borcudur. 

Ancak unutmamamız gereken bir şey var. Aile çatısının bozulduğu bir toplumdan medet ummak cahiliye dönemine geri döndüğümüz anlamına geliyor. Yaratılışımız sebebiyle farklı fıtratlara sahibiz. Kadının baskın olduğu alanlarla erkeğin baskın olduğu alanların bambaşka olduğunu hepimiz yaşayarak görüyoruz. Evet aynı alanlarda erkek ve kadın aktif olabilir ancak en önemlisi doğurma ve annelik içgüdüsüne hiç bir erkek sahip olamaz aynı şekilde babalık duygusuna hiç bir kadın vakıf olamaz anne ve baba rolünün eşit olarak algılandığı bir toplumdan ise şefkatli, nitelikli çocukların yetişmesini beklemek zor görünmektedir. Bu da sadistliğin ve bencilliğin artacağı bir toplum demektir.

Eğer  kadına ve erkeğe çeşitli şiddetlerin uygulanmadığı bir toplum arıyorsak bana göre bunun yolu psikolojik olarak gelişmiş, fıtrat pedagojisi hakkında bilgili ebeveynlikten geçiyor. Sonuçta şiddeti meşru hale getiren de şiddetin yayılmasına sebep olan da bu insanları yetiştiren aileden geçmekle birlikte o ailenin soy geçmişine de bağlı olabiliyor. Yalnız Türk toplumunda değil bir çok toplulukta kadınlar erkeklere oranla daha geri planda tutulmuştur bu da haliyle nesillerce aktarımını kolaylaştırmış normal duruma getirmiştir. Aynı zamanda Arap döneminde kız çocukları diri diri toprağa gömülürken peygamberimiz kız çocuklarını sırtında taşıyarak bizlere de ders niteliğinde öğütler bırakmıştır.  Kimsenin kimseden üstünlüğünü yaratılış itibariyle öngöremeyiz. Güçlü yaratılmış olmak erkeklerin değerinin kadınlardan daha fazla olacağı anlamına gelemez. Cinsiyetsizlikten öte bir şey var ise o da şudur ki farklılıklarımızla güzel olduğumuz ve farklılıklarımızın bizi diğerimizden üstün tutamayacağıdır. Gücü ve zekayı bir araya getirirsek bence mükemmel bir uyum sağlayabiliriz. Aynı olan iki nesne  birbirlerine büyük ölçüde yarar sağlayamazlar. Farklı özellikler birbirini tam anlamıyla tamamlayıcı güç olabilir.Hepimiz aynı yolun yolcusuyuz farklılıklarımızla birbirimizi kabul etmek dileğiyle.