6 Eylül 2020 Pazar

PSİKOLOJİ ALANINDA KİTAP ÖNERİLERİM


Evet, son yıllarda beni etkilemeyi başarmış, gelişimim üzerinde olumlu etkileri olduğunu düşündüğüm psikoloji üzerine kitaplardan oluşan  bir derleme yaptım. Daha çok anksiyete ve depresyon bozukluğu konularında yardımcı olacağı kanaatindeyim. Sen de psikolojiye meraklıysan ya da hayatında nasıl bir değişime gideceğini bilmediğin kaygı bozukluğu veya depresyonun eşiğinden geçiyorsan zihninin rahatlamasını ve yoluna ışık tutmasını istediğim bir kaç önerim var. Şimdi tek tek içerik bakımından ayrıntılı inceleyeceğiz. Umarım önerilerim hoşuna gider ve bu kitapları edinirsin. 

Bahsedeceğim ilk kitap Nilüfer Devecigil'in Işığın Yolu adlı eseri:

Bir bağlanma hikayesi tamlamasıyla girizgahı yapıyor ve ilk sayfayı açıyorsunuz Ayşenur ile Michael'in hikayesi başlıyor. Bu hikayede geçmişin hayatımızı ne denli yönlendirebileceği gerçeğiyle yüzleşeceksiniz. Bir aile kurma ve ebeveyn olma yolunda ilerlerken, çocukluğumuzda karşılaştığımız bağlanma biçimimizin bizi yönlendirme sürecine şahit olacaksınız. Hatalı bir bağlanmanın nelere sebep olabileceğini ve zincir şeklinde nesiller arası yayılabileceğini göreceksiniz. Peki çocuklukta saplanan zehirli okları bedenimizden çekip çıkarmanın bir yolu var mıdır? Bu sorunun cevabını sayfalarda bulacaksınız. Kitap psikoloji yanında felsefe, mindfullness, ebeveynlik kuramları, nörobilim gibi bir çok daldan faydalanarak yazılmış. Bu konularda farkındalığını arttırmak istiyorsan okumanı kesinlikle öneririm.

İkinci kitabımız ise en sevdiğim yazarlardan Irvin D. Yalom'un Günübirlik Hayatlar adlı eseri:

Kısa kısa psikoterapi öykülerini konu alan kitapta yazarın karşılaştığı öyküleri bizlere sunarken kendini sorgulama şekillerini de irdeliyor ve aklından geçen düşünceleri okuyabiliyoruz. Genellikle ölüm gerçeği ve geçici, kısa hayat yolculuğunda yaşamımızı nasıl daha anlamlı hale getirebiliriz soruları içinde kayboluyor ve kendi yaşamlarımıza uygulama fırsatları buluyoruz. Kısacası insani öyküleriyle insanın içini sarsacak ve kendini sorgulatacak farklı öyküleri parmaklarımız arasında çevirme fırsatı buluyoruz. Sen de beynindeki fırtınalara cevap bulma arayışında çırpınıyorsan sana öncü olabilir nitelikte olduğu fikrindeyim.

Üçüncü önerim bayılarak okuduğum hiç bitmesini istemediğim "Mücadeleyi bırak yaşamana bak" sloganıyla ruhumda heyecan uyandıran Russ Harris'in Mutluluk Tuzağı adlı eseri:

Mutluluk bizim için ne ifade ediyor? Hislerimizi hareketlendiren, harfler dizini mi, yaşamımız boyunca durmadan ona yaklaşmaya çalıştığımız bir hazinemi yoksa uydurulmuş bir tuzak mı hiç düşündünüz mü? Bu kitap bizlere bu soruları sorgulatırken bir yandan da hayatın geçici oluşunu, yaşadığımız anların mutluluktan daha değerli olduğunu anımsatıyor. Eğer yaşıyorsak her duygunun tıpkı mutluluk gibi gereksinim olduğunu fark ettiriyor. Kitap ACT denilen bir psikolojik terim üzerine kurulu. Fazla kontrolcülük ve mükemmelliyetçiliğin hayatımız üzerine olumsuz etkilerinden söz ediyor. Daha tatminkar bir hayat yaşamamızda bize yaşam önerileri sunan mucize bir kitap olma yolunda ilerliyor bana göre.

Dördüncü tavsiyem Jeffret E. Young ve Janet S. Kloko'nun eseri Hayatı Yeniden Keşfedin:

Bildiğimiz gibi Şema terapisi psikolojide kullanılan güzel bir yöntem. Bu kitapta kendimizi tanıma ve anlamlandırma yolunda düşüncelerimizi ve davranışlarımızı yönlendiren şemalarımızı tanıma ve bunları tek tek kırma yöntemleri hakkında engin bilgiler sunuluyor. Kendini anlamlandırmak ve beğenmediği özelliklerini keşfedip değiştirmek isteyen herkese tavsiyemdir.

Ve son olarak son günlerde gündemde olan Dr David Burns'un İyi Hissetmek adlı eseri:

Günümüzde depresyonla karşılaşma ihtimalimiz oldukça yükseliyor. Bu kitapta Bilişsel Davranışçı Terapinin depresyondaki iyileştirici rolünü sorgulayacak, depresyonun nedenlerini geniş çaplı inceleyecek ve pratik uygulamalarla tıpkı terapi odasındaymışız gibi yaşamdan örneklerle çözüm yolları bulacağız. Yazar kitabının ilaçlar kadar hatta daha fazla iyileştirici gücünün olduğuna inanıyor ve uygulamalarıyla destekliyor. Ancak her ihtiyaç duyulduğunda gerekli sayfalarının yeniden okunmasını öneriyor. Umarım çözüm önerileri depresyonla başa çıkmada yardımda bulunur.

 Keyifli okumalar...

3 Eylül 2020 Perşembe

YOKLUKTAKİ MUAZZAM VAR OLUŞ

                        


Hepimiz hayatımızın bir döneminde bu hisleri yaşamışızdır. Her şeyimiz varken içimize işleyen huzursuzluk ,bir şeylerin eksik olduğu düşüncesi ve sebep arama çırpınışları...Eski zamanlarda, hepimizin küçücük evlerde yaşadığı, soframıza koyulan öğünlerin miktarının sayılı olduğu, aldığımız bayramlık ayakkabının eskiyene kadar giyildiği o her şeyin kıymetinin bilindiği unutulmaz zamanlarda sanki daha huzurluyduk düşüncesi hepimizin içini sarıverir bazen. Neden böyle olduğunu, içimizdeki bu boşluk duygusunun nereden geldiğini anlama çabasında isen yazdıklarımı lütfen okumaya devam et.

Büyük patlamadan bu yana var olan dünya hayatının içinde, "biz" diye bir şey yokken hayata merhaba dedik, yokken var olduk. Ailemiz yoktu bir ailenin içine gözlerimizi açtık. Bir adımız yoktu ad sahibi oluverdik. Aslında biz hiçlikten meydana gelmiş varlıklarız  ve ne acı ki bir hiç olup ebedi yurdumuza göç edeceğiz. Sahip olduğumuz her şey geçici ve bizlere ait değildir. Gel gelelim elimizdekilere sıkı sıkıya tutunduğumuz, bizden hiç gitmeyecekmiş gibi sahiplendiğimiz maddelere kendimizi adamış haldeyiz. Bu maddeler para, ev, araba, evlat, statü aklınıza gelen her türlü şey olabilir.

 İnsanın bir işi yokken birden iş sahibi oluverir, evladı olmayan bir aile bir anda önüne dünyaları sunacağı bir yavruyu kucaklarken bulabilir kendini. Ya da çok istediği o arabayı sürer duruma geliverir. İnsan, bu hayatta dilediği her şeye sahip olabilir ancak bu sahiplik hissi onu tatmin edecek boyuta hiç bir zaman gelemeyecektir. Sahip olacağı, yapacağı  hiçbir şey kalmayıp intihar eden o adamı aklınıza getirin. Ancak bizi tatmin edecek yegane şeyler vardı. Bunlar yokluk zamanlarımızdaki  çaba, arayış, tutku dan başkası değildir. Bunu kabul edelim ki yokluk zamanlarımızda daha verimli oluruz. Kaybedeceğimiz bir şey yokken istediklerimize ulaşma arzusu, hayal gücümüz bize bambaşka şeyler yaptırabilir. Yokluk aslında bize varlığın hissettirdiği güzel duyguları tattırmadaki yegane aracımızdır. İnsan istediği şeylere sahip değilken sahip olma hayaliyle yanıp tutuşur bu ateş onu daha da körükler ve aktifleştirir. Bir diğer yanıysa şudur ki yokken insan daha özgürdür ayağına takılan prangaları yoktur. Başını alıp gidebilme özgürlüğüne sahiptir. Kendi yoktan var oluşunu hatırlayıp yine Allah'a kavuşacağını bildiğinden kaybetme korkusu yaşamaz. Hayatın bize sunacağı onlarca şeyden mahrum olacağız belki de ancak sahip değilken yaşadığımız tarifi zor duygulara varken hiç sahip olamayabiliriz. Hayatın üstünün altından iyi olacağını hiç bir zaman iddia edemeyiz. Bu yüzden şuanda neye sahipsek  kıymet bilerek sıkı sıkıya sarılmalıyız. Yoklukta bize sunulan duygulardan kendimizi alıkoymamalıyız. Başka insanlarla kendimizi kıyaslayarak bizdeki varlığın azlığıyla her zaman tatminsiz olacağız. Zira muhakkak bizden daha üstün, daha zengin, daha başarılı insanlar daima var olmaya devam edecektir. Fakat şu açıdan bakabilirsek bence yokluktan ziyade şükür duyguları içimizi kaplayacaktır o da şudur ki kendimizden daha aşağıda insanlara bakmamız. Bu yöntem daima bizleri tatmin boyutuna ulaştıracak ayrıca yardım etme iç güdümüzü kuvvetlendirecektir.

Tasavvufu ilke haline getiren insanların huzurunu hep merak etmişimdir. Şüphesiz yokluktaki o mucizeyi kavramalarından gelmektedir. Öyle ki Mevlana Celalettin Rumi der ki  Varlık elde etmek için yokluk gerek. Mimar ev yapmak için boş arsa arar. Marangoz ahşap işi yapmak için ham tahta arar. Saka su satmak için susuz ev arar. Yokluğa dikkat et onda nice hikmetler vardır. Yoklukta insan daha muhtaçtır ve acizliğini anlayabilir böylece ilahi güç ona gerçek tatmini ve istediğini verir. Hepinizi yokluktaki  o güzel hikmetleri kavramaya davet ediyorum.

1 Eylül 2020 Salı

KORKMA O YALNIZ BİR "DÜŞÜNCE"

 





Başımıza gelen durumların bizi üzme kapasitesini kendimiz belirliyoruz desem bu görüşüme kaç kişi onay verir bilinmez. Hiç kimse ya da hiç bir olay bizleri başlı başına üzmeye yetki sahibi değildir . Yalnızca aklımızdan geçen düşünceler onlara bu yetkiyi verir. Evet yanlış okumadınız psikoloji bunu böyle açıklıyor. Biz olayları algıladığımız ölçüde üzülüyoruz. Sizi bir insanın üzdüğüne mi kanaat getirdiniz. Ya da hayatın size kötü sürprizler sunduğu görüşünde hem fikir misiniz? Peki size bunların gerçekten var olmadığını söylesem?..

Düşünceler, bir olay hakkında biz istesek de istemesek de oluşan, gerçek oymuş gibi algıladığımız yanılsamalardır. Bir olay gerçekleşir beynimiz otomatikman bir düşünce oluşturur ve algıladığımız şekilde duygularımız örtüşür. Bu döngünün oluşmasında üç temel unsur vardır. Yaşanılan olay, beynimizin oluşturduğu düşünce  ve düşüncelerin yarattığı duygularımız. Üçünün döngüsü bizlerin mutlu veya mutsuz olarak olayı değerlendirmemizde yer alan unsurlardır. Bu düşüncelere üç şekilde yanıt veririz. Ya düşünmemeye çalışır ve sürekli o olayın içinde döngü halinde düşünmeye başlarız. Ya kendimizi kaptırır o düşünceyi sürekli düşünür halde buluruz  kendimizi ya da düşünceyi bastırmaya çalışır ve yokmuş gibi davranmaya çalışırız. Hepsi aslında olaylara verdiğimiz tepkinin hepimizde yarattığı etkileşimlerdir ve asıl olan şudur ki düşünceler denizlerdeki dalgalar gibidir kıyıya vurur ve söner, aklımıza geliverir ve sonunda söner. 

Aldığımız bir ürün kusurlu çıktığında sinirlenir üretici firmaya derin bir öfke duyarız ya da aldığımız bir terfide çok büyük sevinçler duyarız. Bizi bu duygulara sahip olduran şey ise meydana gelen olaylar değil  onlar hakkında duyduğumuz düşüncelerdir. Çocuğumuzun yürümeye çalışırken bir şeyler kırması bizi mutlu da edebilir kızdıra da bilir. Algıladığımız şey çocuğumuzun büyümeye başladığını düşünmek ise bizi sevindirecek, kırılan eşyamıza odaklanmış isek elbette ki sinirleneceğiz. 

Bunun farkına varabildiğimiz ölçüde hayatımızı daha tatminkar ve doyumlu yaşamak mümkün olacaktır. Sağlam bir psikolojiye sahip olmanın temelinde de bu farkındalık yatıyor bana göre. Olayların bizi üzmesine karşı verdiğimiz mücadele bizleri hayat yolunda daha dayanıklı kılacaktır.

Peki ama bunu nasıl başaracağız dediğinizi duyar gibiyim Ferrarisini satan bilge Yogi Raman söyle diyor; sizi üzen olumsuz bir düşünce aklınıza geldiğinde hemen bunu olumlusuyla değiştirin, düşüncenin gelip gitmesine izin verin. Bu duyguyu bir düşüncenin var ettiğinden emin olun böylelikle düşünce kuyusunun eline ipleri vermemiş olursunuz. Bizlere de bu görüşü hiçe saymayıp uygulamaya çalışmak düşüyor.

Ayrıca belirtmek istediğim nokta şu ki insanların birbirini suçlamadığı, olaylara bakış açılarını değiştirerek bir yaklaşım sergilediği noktada gerek insan ilişkilerinde gerekse toplumsal düzende muazzam bir yaklaşım sergilenebilir.  Mevlana insan duygudan ve düşünceden ibaret gerisi et ve kemik demiştir. Bizleri biz yapan dünyayı algılama biçimimiz. Kusurlu yaşamlarımızda düşüncelerimize yön verebilirsek daha yaşanılır bir toplum olacağımız görüşündeyim.

Düşünce kuyusunun içine dalıp orada beklemeye devam ettiğimiz sürece ise hiç bir el bizleri o kuyudan çıkarmada yarar sağlamayacaktır. Hayatın doğal döngüsünde yaşadığımız olayların bizlere tecrübe ettirdiği onca şeye sarılıp düşüncelerimizi olumsuzdan olumluya dönüştürdüğümüz sürece ise bize uzatılan ellerin hiçbiri geri dönmeyecektir. Düşüncelerimizi yönlendirmek bizim elimizde olan yegane güçtür. Aynı zamanda duygularımıza şekil veren, daha huzurlu bir hayat yaşamamızda bizlere yardımcı olan da ta kendisidir. Düşünce deyip geç ve çok da ciddiye alma. Hayatın böylece daha düzgün bir sürece doğru yol alacak. Haydi bir yerden başla. İyi düşüncelerin kapını çalması dileğiyle. HOŞÇA KAL.


31 Ağustos 2020 Pazartesi

KORONA VİRÜSE NE KADAR HAZIRDIK?



Gelecek kaygılarıyla yaşasak da hiçbirimiz gelecek felaketi hayal etmeyiz, düşünmeyiz bunu hiç 
sorguladın mı? Güzel günlerin hayalini kurarız evet ama ben hiç felaketin geleceğini tahmin ettiği halde onu düşünmek için can atan biriyle karşılaşmadım buna en basit örnek ölümü bilsek de onu hiç aklımıza getirmek istemeyiz. İnsanlar başına gelecekleri önceden kestirebildiği halde hiç başına gelmeyeceğini umarak o düşünceyi beyninden uzaklaştırmak ister. Evet korona virüs diğer felaketlere benzemiyordu daha önce kuş gribi,h1n1 gibi virüslerle yüz yüze gelmiştik ancak  kurtulmuştuk geçip gitmişti işte elbet bu da gelip geçiciydi en fazla ne kadar sürebilirdi ki dedik. En büyük salgınlar yüzyılda bir olur dedik nereden gelip bizi bulacaktı ki...Ve  tıpkı diğer felaket senaryolarında olduğu gibi bize hiç gelmeyeceğini düşünerek yaşamımıza devam ettik oysaki ta en başından bunu tahmin edebilecek kişilerdik hepimiz. Böylece hayatımıza bir anda sokuluverdi sinsice... peki biz bu senaryonun neresinde idik ve ne kadar hazırdık?
Hepimiz günlük telaşlarla boğuşurken bir de böyle bir felakete kapı açamayacak kadar çok yoğunduk. Gündemdeki deprem, savaş haberleri yeterince canımızı sıkıyordu bir de bunu düşünüp kahır edemezdik kendimizi. Ben ilk vakayı bir nöbet akşamında duymuş oldukça paniklemiştim mesela. Bir başkası gülüp geçmiş yalan olduğu fikrini öne sürmüştü hemen. Bir diğeriyse hükumetlerin insanlar üzerinde denediği bir deney diyerek senaryosunu yazmıştı bile..
Amma velakin gelip çatmıştı işte dünyada görülen bu virüs gelip bizi de sarmıştı. Her gün vaka sayıları bir bir yükseliyor bizde hala inanamıyor ve olup bitenleri seyre dalarak izliyorduk. Hepimizde bir panik havası durmadan temizlik yapıyor, el yıkıyor, insanlardan uzak durmaya çalışıyorduk. Verilen haberleri son gaz takip ediyor hiç aksatmadan her akşam izliyorduk. Dünyadaki yere düşüp bayılma videolarını her yerden izliyor bizlere neler olacak acaba diyerek korkuya kapılıyorduk. 
İnsan bilmediği şeyden korkarmış derler. Bizde yarı tedirgin yarı korkulu günlerimizi geçirmeye çalışıyorduk. Bana göre bu cehalet bizi virüse hazır hale getiren en önemli şey olmuştu. Ne zamanki normalleşme adımları atılmaya başlandı insanlar hazırlıksız hale geldiler. Çünkü biz kısıtlı yaşamda virüse hazırdık. Normal hayatımız, Türk kültürümüz, alışageldiğimiz yaşam tarzlarımız  korona virüse meydan okudu. Bence en önemli neden rahatlığımıza düşkün olmaktan, geleneklerimize ne koşul olursa olsun sonuna kadar ölüm de olsa kalım da olsa bağlılığımızdan, grup halinde eğlence anlayışlarımızdan, insanlara olan düşkünlüğümüzden en önemlisi bencilliğimizden geliyordu. Virüsü unuttuk sadece bir maske bizleri virüsten korur sandık. Öyle ki  içimizde onu takmaktan bile muzdarip insanlar gördük. Şemsiyemiz yoktu, varsa da bizi yağmurdan korumaya yetmiyordu. Çevremizdeki insana ne yapmaları gerektiğini dikte etmeye çalışmadan önce kendimize bakmış olsaydık Güney Kore örneğindeki gibi işbirliğiyle bu meselenin üzerinden gelebilirdik bana göre.

Lafı daha fazla uzatmadan hayatlarımızı felaket senaryolarına hazırlıklı hale nasıl getirebiliriz naçizane bunlardan bahsetmek istiyorum. Hayatta her şeyin insanın başına gelebileceğini aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Hazırlıklı olsak da olmasak da gelir. Önemli olan bunu nasıl yönetebildiğimiz. Yarın başımıza bir şey gelecekmiş gibi kendimizi günün akışına bırakmalıyız. İnsanların kalbini kırmamak, evini düzenli temiz tutmak, sağlığını kontrol ettirmek, ailenle olabildiğince çok vakit geçirmek, evinin eksik tadilatını yaptırmak, yapabileceğin işleri ertelememek gibi. Unutma ki hayatı erteleyecek kadar önemli bir lüksün yok bugün var yarın yoksun. Akışa uy, hayatını yönet ve hayatına yön ver. 

Gündeme dair düşüncelerimi daha çok okumak istiyorsanız lütfen iletişim bölümünden yazın. HOŞÇA KALIN.

29 Ağustos 2020 Cumartesi

CİNSİYETSİZLİK KAVRAMI KADINA ŞİDDETİ AZALTIR MI ?


Cinsiyet kelimesi aslında dişilik ve erkekliği ifade ederken varoluşsal anlamda çok daha büyük boyutlu kapsama sahiptir. Yüz yıllardır kıyafet sektörüne renk, biçim ve bize dayatılmaya çalışılan ölçütlerden pay sağlarken kadınların süslü, erkeklerin daha erkeksi tasarımlarını kullanan mimariye kadar her alanda kendini göstermiş günümüzde de kendi varlığını her alanda göstermektedir. İki farklı cinsiyeti ifade eden bu iki kavram aslında gözümüzü çevirdiğimiz her yerde bizlere kendini hatırlatmakla birlikte farklı düşünce temellerini atan bir yaklaşıma neden olmuştur. Bu kavramlardan biri olan modern yaşamda karşımıza çıkan cinsiyetsizlik söylemleri  alışılagelen düzeni bambaşka bir noktaya taşımıştır. Bahsedilen bu kavram cinsiyeti topyekün hiçe sayan, kadın ve erkeği eşit tutan, cinsel tercihler dahil her alanda tam bir eşitliği savunan, rollerin olmadığı bir dünya hayali bana göre. Çünkü bir takım korkutan getirilere sahip bu hayal. İlk olarak aile çatısının çatırdaması anlamına geliyor. Toplumların uyguladığı nüfus politikalarına aykırı bir niteliğe sahip. Yaratılışsal ve yapısal farklılıklar nedeniyle ise eşitlikle örtüşmüyor. Ayrıca hayatın doğal bir dengesi var ki bu cinsiyetsizlik kavramı doğal dengeye müdahele edip tamamen var oluşumuzu sorgulamamıza, tepetaklak bir düzen kurmamıza sebep olabilir.

 Bunları savunan bir kesim olsa da bir başka kesim kadına şiddet vakalarını azaltacağı görüşünü destekliyor. Bu görüşün haklı taraflarının da olduğunu varsayabiliriz. Kadınların erkeklerle eşit tutulduğu bir toplumda büyüklük taslamak geçmeyecek, ezenin daha güçlü sayıldığı bir yapı oluşmayacak kadının zayıflığından yararlanıp cinsel bir obje olarak görülmediği bir toplum yapısı ortaya çıkabilecek. Bu yanlarıyla olumlu özelliklerini öne sürerek farklı ideolojileri benimsetmeye çalışan bir güruh özellikle gençleri hedef alarak kötü yollara sevk ettirmektedir. Bunlara karşı uyanık olmak, masum olmayan görüşleri fark edebilmek boynumuzun borcudur. 

Ancak unutmamamız gereken bir şey var. Aile çatısının bozulduğu bir toplumdan medet ummak cahiliye dönemine geri döndüğümüz anlamına geliyor. Yaratılışımız sebebiyle farklı fıtratlara sahibiz. Kadının baskın olduğu alanlarla erkeğin baskın olduğu alanların bambaşka olduğunu hepimiz yaşayarak görüyoruz. Evet aynı alanlarda erkek ve kadın aktif olabilir ancak en önemlisi doğurma ve annelik içgüdüsüne hiç bir erkek sahip olamaz aynı şekilde babalık duygusuna hiç bir kadın vakıf olamaz anne ve baba rolünün eşit olarak algılandığı bir toplumdan ise şefkatli, nitelikli çocukların yetişmesini beklemek zor görünmektedir. Bu da sadistliğin ve bencilliğin artacağı bir toplum demektir.

Eğer  kadına ve erkeğe çeşitli şiddetlerin uygulanmadığı bir toplum arıyorsak bana göre bunun yolu psikolojik olarak gelişmiş, fıtrat pedagojisi hakkında bilgili ebeveynlikten geçiyor. Sonuçta şiddeti meşru hale getiren de şiddetin yayılmasına sebep olan da bu insanları yetiştiren aileden geçmekle birlikte o ailenin soy geçmişine de bağlı olabiliyor. Yalnız Türk toplumunda değil bir çok toplulukta kadınlar erkeklere oranla daha geri planda tutulmuştur bu da haliyle nesillerce aktarımını kolaylaştırmış normal duruma getirmiştir. Aynı zamanda Arap döneminde kız çocukları diri diri toprağa gömülürken peygamberimiz kız çocuklarını sırtında taşıyarak bizlere de ders niteliğinde öğütler bırakmıştır.  Kimsenin kimseden üstünlüğünü yaratılış itibariyle öngöremeyiz. Güçlü yaratılmış olmak erkeklerin değerinin kadınlardan daha fazla olacağı anlamına gelemez. Cinsiyetsizlikten öte bir şey var ise o da şudur ki farklılıklarımızla güzel olduğumuz ve farklılıklarımızın bizi diğerimizden üstün tutamayacağıdır. Gücü ve zekayı bir araya getirirsek bence mükemmel bir uyum sağlayabiliriz. Aynı olan iki nesne  birbirlerine büyük ölçüde yarar sağlayamazlar. Farklı özellikler birbirini tam anlamıyla tamamlayıcı güç olabilir.Hepimiz aynı yolun yolcusuyuz farklılıklarımızla birbirimizi kabul etmek dileğiyle.


16 Mayıs 2020 Cumartesi

MUTLU HAYAT YOKTUR MUTLU ANLAR VARDIR




Sabahın ilk ışıkları ve ben  hayatın kötü bir  yer olduğu düşüncesiyle gözlerimi açıyorum. Duyduğum olumsuz haberler ,gördüğüm tüm kötü durumlar beni bu düşüncelere sevk ediyor. Hiçbir şey beni yeterince mutlu etmeye yetmiyor, her günüm aynı ritimde aynı duyguları yaşayarak geçiyordu... Bir mucizeye ihtiyaç duyuyor ama bu mucizeyi kendimin, düşüncelerimin yaratacağını bilmiyordum.
Bir gün dinlediğim bir radyo yayınında o sihirli cümleleri duydum. MUTLU HAYAT YOKTUR, MUTLU ANLAR vardır. Bu cümle aydınlanmama sebep oldu ve anladım ki hayatıma yeni bir yön verecek cümle buydu. Kendimi sorgulamaya başladım. Öyle ki ben istiyordum ki her şey tıkırında gitsin, hayatın kötü cilveleri bana hiç uğramasın. Çünkü hayat güzel bir yer, çok kısa ve bir nefeslik ömrümüz var neden kötülüklerle dolu olsun. Böylelikle mutluluk çıtasını en tepe noktaya çıkaran yine kendim olmuştum. Bununla birlikte en ufak bir kötü durumla karşılaşsam dünyam başıma yıkılmış gibi davranıyor ve kaygı düzeyimi kontrol edemiyorum. Mutluluk kaçıyor ve ben sürekli kovalıyorum. Tabi ki beklediğim mutluluk hiç bir zaman gelmiyor ve bu kısır döngü sürekli tekrar ediyordu.. Ama artık dur demenin vakti gelmişti. Hayat böyle bir yer değildi ve hiç olmamıştı. Hayat güzel bir yerdi evet ama zıt duygularla güzeldi. Her şey birbirinin tamamlayıcısıydı. Kötü durumlar mutlu anlarımızı kıymetlendiriyor böylelikle mutlu anlarımızı doruk noktasında yaşamamıza yardımcı oluyordu. Evet mutlu bir hayat peşinde koşmak mantıklı değildi. Sonunda duygularımı kontrol edebileceğim düşünceler oluşmuş ve mutluluk arayışında olmaktan vazgeçmiştim.

Mutluluk kavramı kişiden kişiye değişiklik gösteren fazla bütüncül bir kavramdır. Kimileri ufak şeylerden mutlu olabiliyorken kimilerini maddi manevi hiçbir şey tatmin edemiyor. Mutlu olmak için sebep yaratan insanlar varken mutsuz olmak için sebepler uyduran bir o kadar insan var çevremizde farkında mısınız? Genel itibariyle baktığımızda hiçbirimizin mutlu bir hayatı yok aslında bu hayat yolculuğunda bir çok iç acıtıcı durumla yüz yüze geliyoruz. Başımıza gelen şeylere karşı bakış açımızı değiştirdiğimizde ise gerçekten çok büyük farklar gözlemleyeceğimizi bilmeliyiz. Yaşadığımız şu andan daha kıymetli bir şey yokken neden genel bir bakış açısı yaratarak içinde bulunduğumuz anı da zehirliyoruz. Ve inandığım şey bu yaşam yolculuğunda zorluklarla mücadele ederek sınanmak için yaratıldığımız... O zaman hayatın zorluğundan dem vurmak yerine sonsuz şuandan ibaret olduğumuz bilincine vararak mutlu anlarımızı çoğaltmak bizi daha tatminkar bir hayat yaşamamıza iten güç olacaktır. Ve böylelikle artık benim içimdeki boşluğu tamamlayan güç şu anlarımı mutlu kılma çabam olmalıydı... Hayatı gözlem becerimiz ise bize bu yolda en büyük yol göstericimiz olacaktır. Yaşadığımız kötü durumlar elbet var olacak ancak bakış açımız bizi o sonsuz karanlıktan kurtarabilir. Basit bir örnek vermek istiyorum başımıza gelen kötü bir durum bizi daha zorlu bir sürece hazırlıyor olgunlaştırıyor düşüncesi bir çok şeyi değiştirebilir iken hep kötü olaylar benim başıma geliyor düşüncesi mutsuzluğumuzda yegane duygu olmayı başarabilir.

Hayat zıt duygularla var olan, deneyimlerimizle kıymetlenen keşfedilmeyi bekleyen onca şey barındıran bir alem. O halde mutlu bir hayat peşinde koşmaktansa mutlu "an" larımızı artırabilir mutsuzluğun özünü indirgeyip bunlardan bile bir öz çıkarıp yolumuza devam edebiliriz. Hayatın zıt duyguları bizlere mutlaka bir şeyler öğretmek istiyor. Sakın umutsuzluğa kapılıp bakış açını dar bir kalıba sokma. Durma mutlu an oluşturmak senin elinde. Eline al çayını ve keyifle bu macerayı izlemeye koyul...

 Bir sonraki yazımda görüşmek dileğiyle. HOŞÇA KAL.

12 Şubat 2020 Çarşamba

AKIL IŞIĞI, ÜÇÜNCÜ GÖZ "EPİFİZ"







Fotoğraf Vatikan'dan. Üçüncü gözümüz olarak adlandırılan Epifiz bezinden tasvirle tasarlanmış. Bir çok sanatkara ve farkı antik dinlere, günümüze ilham olmuş bu mucizevi organımızdan. Doğruyu söylemek gerekirse ilk duyduğumda beni de işlevleriyle kendinde hayranlık uyandırmış ve merak duygumu cezbetmişti. Araştırmalarımda fark ettim ki kendisi küçük olsa da özellikleri o kadar basit değil. Bizlere gözlerimiz kadar önemli olduğunu hatırlatıyor ve bizleri harika organizmalar olarak ön plana çıkarıyor.

Peki bu çam kozalağı benzeri küçük bez epifiz (pineal) in işlevleri nedir, neden bu kadar ilgi çekmiştir? Gözle aynı hizada olan konumu nedeniyle üçüncü göz olarak adlandırılıyor. Beynin tam merkezinde yer alıyor. Göz; ışıkta, epifiz; karanlıkta devreye giriyor. Kısaca işlevlerinden bahsetmek gerekirse; Üç tane hormon salgılıyor bu bez; melatonin , pinolin, insana psikedelik ve mistik deneyimler tattıran dimettiltriptamin (DMT). En önemli hormon melatonin, sirkadiyen ritimden sorumlu, uykumuzu düzenliyor ve tahmini zor olmasa gerek karanlıkta salgılanıyor.
Kanserden koruyor ki gece uykusuzluğu yaşayan kişilerde normal insanlara göre kanser oranı daha fazla. Görme engelli kişilerdeyse bu oran giderek düşüyor çünkü karanlıkta daha çok işlevini artırıyor. Çocuklukta 9 yaşından önce ergenliğe girmeyi engelliyor. En çok dikkat çekilen noktaysa ruhen bizi üst bilinçlere çıkarıyor olması ve modern felsefenin babası Descartes epifiz bezini ruhla bedenin birleştiği nokta olarak betimler. Bu yüzden yüzyıllardır bu organ önem ve gizemini koruyor. Hatta Fransız düşünür, yazar Voltaire bu organın sırrını çözmek için birçok kez otopsi yapmıştır. Araştırmalar sonucu, günümüzde de kabul edilmiş bir gerçek deniz seviyesinden yukarı çıkıldıkça organ işlevselliği artıyor ve daha fazla hormon salgılanıyor. Bu yüzden ibadethaneler yüksek noktalara yapılırmış, amaç tanrıya yakın olmak değil, ruhen yükselmekmiş.





Diğer bir nokta karanlık demiştik. Şüphesiz karanlık da büyük önem arz ediyor. İsa'nın bir sözü ; Karanlıkta olanlar gerçek(büyük) ışığı görürler. Ancak bu organımız günümüz modern dünyasında tükettiklerimiz ve çevresel şartlardan kireçleniyor ve işlevi azalıyor. Sebebinin de florür olduğu düşünülüyor. Fareler üzerinde yapılan bir deneye göre yaşlı farenin epifizi daha genç bir fareye aktarılıyor ve görülüyor ki genç fare daha çabuk ölüyor. Pineal bezin düzenli faaliyette bulunması sıkıntı, bunaltı, bunama, stres ,yaşlanma ,bahsettiğimiz gibi kanser, hipertansiyon ve birçok psikolojik rahatsızlığa karşı doğal koruma sağlıyor.

Epifiz bezinin mucizeleri ortada o halde yararlarından istifade etmek bize düşüyor. Kızılcık, deve dikeni, rezene, anason, kereviz, ayçiçeği, çemen, hardal, sarı kantoron , papatya çayı vişne, lahana, badem, fındık, magnezyum ve çinko içeren diğer gıdalar melatoninden zengindir bunları daha sık tüketebiliriz. Yüksek oranda cıva içeren balıklar, karbon bazlı içecekler, sudaki flor, diş macunları ve dumana maruz kalmamız epifiz bezini olumsuz yönde etkiliyor ve düzgün çalışmasını engelleyebiliyor. Görülmüş ki meditasyon, oruç tutmak, uzlete çekilmek, ilahi söylemek, sükutla içimize yönelme (az konuşma) sırasında pineal bez aktivasyonu artıyor ve DMT seviyesinde bir patlama oluşabiliyor.


Epifiz bezinin önemi gün geçtikçe gün yüzüne çıkmaya başlıyor ve tedavi edici uygulamalardan tutun farklı alanlarda da istifade edileceğe benziyor. O halde vücudumuzun bu mucizevi organlarına merak duymayı arttırmalı, araştırmalara destek verici rollerde kendimizi bulmalıyız. Kendine değer ver ve sağlığını korumaya önem ver. Görüyorsun ki küçücük bir organ çoğu işlevden sorumlu. Araştırmadan, içeriğini bilmeden hiçbir şeyi bu bedene kabul etmemeyi kendine borç bil. ve kendine iyi bak...

İlgisini çekenler için belgesel önerisi (DMT: The Spirit Molecule (2010))