21 Ekim 2020 Çarşamba

PLANLI BİR YAŞAM MUTLULUK GETİRİR Mİ ?

 



Planlar, planlar, planlar... 

Kelime anlamı bir işin yürütülmesi için yapılması, uyulması gereken düzen. Çocukluğumuzdan beri bize sürekli dikte edilmeye çalışılan en önemli öğreti planlı olmaktı sanırım. Her şey bir plan dahilinde gitmeliydi. Ek gıdaya geçiş, yürümeye başlama yaşı, konuşma yaşı, tuvalet öğrenme yaşı, okula başlama yaşı ya da büyüdüğünde evlenme yaşı... Hepsinin bir zamanı vardı elbette böyle olmalıydı yoksa temel düzen tepetaklak olurdu. Bir çocuk konuşmayı geç öğrense yok bu çocukta büyük bir sorun var diğerleriyle aynı yaşta konuşmadı diye damga vurulur. Sahi plansız yaşasak hayatımız yerle bir mi olur ?

Gününü planlayan insanların özellikleri ve gününü akışa uyarak geçiren insanların özelliklerini incelediğimizde temel farkları görebiliriz aslında. Planlı insan, daha panik ve kaygılı olur. Ya işler planladığı gibi gitmezse düşüncesi onu yer bitirir. Çünkü insan bilmediğinden her zaman korkar. Kendi planlamadığı şekilde giden her olay beraberinde korkuyu getirir. Günübirlik yaşayan insanda ise bariz olan duygu akışına bırakmaktır. Nasıl olsa su akar yolunu bulur, böylece daha serbest yaşarlar. Sen hangisisin ? Ben hemen söyleyeyim. Çocukluğumdan beri bir tasarım, düzen içinde olanlardanım. Bana başarı anlamında çok getirisi olduğunu söyleyebilirim. Lakin hayati tatmin açısından hiç bir zaman tatmin olamayan plansız bir şekilde yola çıktığımda her zaman kaygı duyan bir insanım. Çocukken çok iyi hatırlarım diğer gün giyeceğim kıyafeti bile önceden hazırlar uyandığımda onlar dışında planlamadığım bir şey giyersem o günümün kötü gideceğine inanırdım. Bu özelliğim beni çok defa yarı yolda bırakmıştır. Çünkü hayat sürprizlerle dolu muazzam bir alem. Sürecin akışına müdahale etmeye çalıştığımızda bana göre her zaman sürecin dışında kalıyor ve bu günümüzde yaşayamıyoruz. Ya hep geçmişteki hatalarımıza ya da olayların gelecekte olmasını istediğimiz biçimde olmasını dileyerek gidişata müdahil oluyoruz. 

Evet şirketler bir plan dahilinde aylık, yıllık büyüme kaydedebilirler. İnsanlar bir plan dahilinde önlerine sunulan bir görevi yerine getirebilirler. Devletler bir plan dahilinde ülkeleri yönetirler. Ya da başarıya giden yolu adım adım planlı bir şekilde yürütebilirler. Ancak planlı olmayı günlük hayata uyarladığımızda işe yarar sonuçlar elde edemez, iç rahatlığı elde ederiz belki ancak gerçek anlamda tatmini sağlayamayız. Hepimiz zamanımızın belli bir bölümünde mutlaka plan yapmış, plan yapma girişiminde bulunmuş veya yaptığımız planı uygulamaya koymuşuzdur. Bunlar kahvaltı yapmakla başlayıp gün içinde zamanımızı verimli kullanmak adına yazılmış cümlelerden oluşur. Hepsini yapabilenleri gerçekten tebrik ediyorum. Ben de bazı zamanlar bunları uyguluyorum. Tamı tamına uygulayamadığımda ise eksik yaptıklarım bende rahatsızlık uyandırıyor ve uzun süre bu uygulamayı yapamıyordum.  Bu planlama işinin günlük hayatta beni endişeye  soktuğunu çok bariz hissetmişimdir. İş planı yapmak, boş zamanlarını verimli kullanmak, zaman darlığında tüm işlerini yetiştirmek isteyenler planlamaların yararını görebilmişlerdir. Fakat bana göre uzun vadede planlı yaşamak yarardan çok zarar getiriyor ve ilahi gücün evrene sunduğu doğal işleme sürecine bizler dış kuvvet uygulayarak kendimize gereksiz gerginlik yaratıyoruz.

İşte cümlelerimin sonuna geldik. Okuyanlara önerim sizi hangi yöntem rahat hissettiriyorsa onu denemeniz. Hayatın doğal akışı bizlere mutluluk ve bereket vadediyor. İster planlayarak dolu dolu hepsi sizin kontrolünüzde olan bir hayat yaşama yoluna gider, isterseniz de plansızlığın büyüsüne kapılıp kaygı duymadan olduğu gibi yaşayıp sürprizler dolu aleme yolculuk yapabilirsiniz. Ya da bunların her ikisi beraber hayat serüveninde duruma göre karar verebilirsiniz. Yeter ki size iyi hissettiren duygularla yaşayın. HOŞÇA KALIN...


14 Ekim 2020 Çarşamba

ANATOMİMİZ Mİ YOKSA COĞRAFYAMIZ MI KADER ?



Sizlere ikilemde kaldığım bunun üzerine araştırmalar yaptığım bir konudan bahsetmek istiyorum. Herkesten duyduğumuz  İbn-i Haldun tarafından ortaya atılan aforizması Coğrafya Kaderdir sözü gerçeği yansıtsa da anatomimizin de kaderimizi etkileme ihtimali son derece mümkün. Nasıl  mümkün her iki düşünceyi de doğruluk ve tezatlıkları yönünden inceleyeceğiz.

Öncelikle" Coğrafya Kaderdir "dedikleri bu coğrafya nedir ? bunu bir açıklayalım. Hepimiz bambaşka ülkelerde, bambaşka şehirlerde ve farklı ailelerde, farklı geleneklerde gözümüzü dünyaya açtık. Birbirimizden bu kadar başka karakterlerde olma sebebimizin coğrafya olması olası bir durum evet ancak aynı anne kucağında doğan ve aynı çevrede yetişen kardeşlerin birbirlerinden zıt karakterde olduğunu çok defa görüyor ve kişiliklerin bu derece farklılıklarını sorguluyoruz. Sizce coğrafya insanların kişiliğini bu denli etkiliyor; yaşayacağı, karşılaşacağı olaylarda pay sahibi oluyorsa bu zıtlığın sebebi neden kaynaklanıyor ?

İnsan denen varlık çok yönlü bir mekanizmadan ibarettir. Bu mekanizma çoğu şeyden etkilenebilmektedir. Ancak bunlardan daha da önemlisi düşünebilme mekanizmasına sahiptir. Sahip olduğu beyinsel aktiviteler kişiliğini oluşturacağı noktada devreye çoğu kez girer ve hayatını şekillendirmesinde rol oynar. Burada da devreye Freud'un Anatomi kader midir? sorusu aklımıza gelmektedir. Hadi hep beraber sorgulayalım.

İnsan anatomisi; dişilik-erillik, farklı boy uzunlukları, farklı ten ve saç renkleri, sahip olduğu genetik rahatsızlıklar, genlerinde bulunan eşcinsellik dürtüsü gibi bir çok akla gelmeyecek olguyu oluşmaktadır. Bazı insanlar genetik olarak güzellik algımıza hitap eden uzun boylu, renkli gözlü ve sarışın olarak nitelendirilen sağlıklılardan, bazıları güzellik standartlarımızın dışına çıkabilen çirkin olarak nitelendirilen özelliklerle dünyaya gelmektedir. Tabi ki bana göre güzellik veya çirkinlik algısını bu düşüncelerin oluşturması kabul edilemez bir gerçek. Neyse.. Bazı insanlar kadın olarak doğarken  bazısı erkek olarak var olmuştur. Bunlar beraberinde bizlere hayatta biçilen rollerin büyük ölçüde farklı olmasını getirmiştir. Gelgelim toplumda kadına biçilen rolün ne olduğu açık seçik ortadadır. Ezen ve ezilen durumuna getirilen bu toplum, bizlere hangi rolü biçtiyse onu oynuyoruz. Sadece cinsiyet farkında ortaya çıkmayan bu durum kadınlar  ve erkekler arasında da rol kesmektedir. Aynı zamanda Dna'larımızda bulunan genetik hastalıklar nesiller boyunca aktarıla gelmiş  hangi hastalıktan öleceğimiz dahi genlerimizde mevcuttur. Peki buna kader demek sizce olası mıdır ?

Aslında insan ırkında yaratılanlar olarak ezen ve ezilen diye bir kavram yoktur. "See " adlı diziyi izleyen var mı bilmiyorum orada virüs sebebiyle kör kalan insanlar hiçbir zaman ezen ve ezilen, güzel veya çirkin, güçlü veya zayıf olarak anlandırılmıyorlardı. Çünkü kimse birbirini görmüyor böylece algılar oluşmuyor ve bu insanlar arasında sorun teşkil etmiyordu. Doğal olarak da yaşadıkları hiçbir şey görünüşleri sebebi ile etkilenmiyor ve yaşamda onlara biçilen rolü görünüşleri etkilemiyordu. Bir başka konu ise genetik hastalıklar; bunların Mendel kanunlarıyla açıklandığını hepimiz biliyoruz ve genetik hastalığın oluşma ihtimalinin  hastalıklı genlerle taşındığı da gayet ortada. Buna sebep olan ise çevresel etkenler veya meydana gelen farklı kromozom bozuklukları olup asırlarca bir gen üzerinden kişilere taşınıyor olmasından başka bir şey değil. 

Evet çoğumuzun kadere olan inancı açık. Kader olgusunu irdelediğimiz zaman iki farklı kavram karşımıza çıkmaktadır. Külli İrade ve Cüzzi İrade. Külli İradeye biz müdahale edemiyor ve takdire razı geliyoruz. Bu durum anne babamızı, yaşadığımız ülkeyi, organlarımızın kendi kendine yaptığı görevleri gibi karşı koyamadığımız olgulardır. Cüzzi irade de ise tamamen kendi isteklerimizle yaptığımız seçimlerin yaratıcımızın bilgisi dahilinde olmasıdır. Örneğin yemek yememiz, seçtiğimiz eş, seçtiğimiz iş gibi. Buradan hareketle diyebiliriz ki ne anatomi ne de çevre tek başına kaderi oluşturur. Her ikisinin harmanı bizlere sunulan olaylar zincirinden sadece bizim hakkımızda seçilenidir. Şuan daha iyi anlıyorum ki içinde bulunduğumuz hiçbir olay tesadüfi veya kendiliğinden olmamıştır hepsinin bir amacı ve anlamı muhakkak ki var .

Okuduğun için teşekkürler. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere.






2 Ekim 2020 Cuma

KÖTÜ KARDEŞ NOCEBO

Şimdi sizlere birbirine ikiz kadar benzer ancak birbirlerini zıt olarak tamamlayan iki kelimeden bahsetmek istiyorum. Placebo denilen etkiyi birçoğumuz duymuşuzdur. Özellikle hastalık hastası bireylerin etkisiz nişasta içeren kapsüller aracılığıyla birden hastalık semptomlarının kaybolduğunu hatta eskisinden daha iyi olduklarını ifade etmelerini sağlayan mucizevi etki. Nocebo etkisi denilen kötü kardeş ise bunun tam zıddıdır. Yani bir ilacın sizin için zararlı olduğunu, yan etkilerinin olduğu söylendiğinde bu ilacın gerçekten de sizin için kötü sonuçlar gösterdiğini gözlemlersiniz. Nocebo etkisi hakkında çok fazla deney yapılamamış olması da bu etkinin gizemini korumasına yol açmış araştırılması gereken konular arasında yer almasını sağlamıştır. Öyle ki bu etki ölümcül sonuçlara dahi yol açabileceğinden etkisinin görülmesini izlemek biraz daha geri planda tutulmuştur.

Nocebo terimi 1961 yılında Walter Kennedy tarafından ilk kez anılmıştı. Fakat bu iki terimin ayrılması 1990'lı yılları buldu. Sebebi şuydu ki bu iki kavramı birbirinden ayırmak o kadar kolay değildi. Ya ikisi aynı anda görülüyor ya da birbirlerine çok benzer etkiler yaratıyorlardı. Ağrısı olan bir insan ilacın hem ağrısını giderdiğini hem de yan etkilerinden etkilendiğini söyleyebilirdi. Psikosomatik hastalıklarda daha çok kendini belli eden bu olumlu ve olumsuz etkiler psikolojik kökenli olup beklenti, telaşlanma veya telaşı azaltma ya da sosyal öğrenme , kişisel ve genetik özellikler beyindeki nörokimyasal mekanizmaları etkileyerek veya algıda değişiklik oluşturarak ortaya çıkmaktadır. 

Tıp dünyasında nocebo etkisi örnekleri çoktur. Hatta şu çok bilinen tıp öğrencilerinin beynine işlevsiz bir çip yerleştirip elektrik akımı nedeniyle baş ağrısı yaptığının söylenmesi üzerine gerçekten bu öğrencilerde baş ağrısı gözlenmesi olayı en bilinenler arasındadır. Peki günlük hayatımızdaki nocebo örnekleri bakalım sizde de aynı etkileri çağrıştıracak mı ? "Kötü düşünürsen kötü olur iyi düşün ki iyi olsun." cümlesini muhakkak hepimiz duymuşuzdur. Belki kale almadık belki de acaba doğru olabilir mi? diye düşündük. Aslında bu düşünce tamamen nocebo etkisinden doğmuştur. Glutensiz diyetler, laktoz intolorensı inaçları da bu düşünce temelinden çıkmıştır. 


Gerçekten de örneklere bakacak olursak bu etkinin üzerimizdeki etkisini gözlemleyebiliriz. Sınavda başarısız olacağını tekrarlayan birisinin gerçekten de o sınavı layıkıyla geçemediğini görebiliriz. Ya da bardakları taşırken düşüreceğini sürekli düşünen tekrarlayan bir insan gerçekten de o bardakları düşürür. Kemal Sunalın ünlü filmlerinden Üç Kağıtçı da olduğu gibi bir üfürükle hastalıkları iyileştiren, kısmet açan hocalara olan inancımızın da olayları çözümlemedeki rolü bence tamamen nacebo etkisinden gelmektedir. Güne güzel kelimeler söyleyerek başladığımız günlerin güzel bir şekilde sürdüğünü kötü bir şekilde uyandığımızda ise kötü bir gün geçirdiğimizi gözlemlemişizdir. Bunda da tamamen plasebo-nosebo etkilerini gözlemlemek mümkün...Çocuk yetiştirenler bilir bir çocuğun sürekli yaramazlığından tembelliğinden bahsederseniz gerçekten de o çocuğun uslanmaz bir haylaza dönüştüğünü görebilirsiniz. Yetiştirdiğimiz çocuğun içindeki mücevheri açığa çıkarmak onu yönlendirme kabiliyetimize bağlı. Hep iyiye hep güzele yönlendirmekse yalnızca bizim elimizde ve bu görevimiz.

Beynimiz bu kadar muhteşem bir mekanizma ile çalışıyor ve çözümleyemediğimiz bir o kadar işlevselliğe sahipken neden içine giren bilgileri kontrol altına alıp beynimizi güzelliklere davet etmiyoruz. Hayatı daha çekilir kılabilmek adına yapabileceğimiz her şey bizim elimizde aslında. Kötü giden gidişata dur diyebilmek sandığımız kadar zor değil. Tüm mesele beynimizi buna inandırabilmek. O halde haydi beynine komut ver iyi şeyleri içeri al kötü şeyleri dışarı ver ve hayatında olacak değişikleri gözlemle. Sen muhteşem bir mekanizmasın. Yaratılmışlar içinde düşünme ve algılayabilme kabiliyetinde tek canlısın. İpleri eline al ve hayatına çekidüzen ver. Sen güçlüsün.




25 Eylül 2020 Cuma

DİJİTAL ÇAĞ VE İNSANLIĞIN SINAVI

 


"Dijital", verilerin elektronik bir ortam aracılığıyla gösterilmesi, sayıları ekrana işleme gibi kelimelerle ifade edilen bir kavram. Bizlerin hayatında da son yıllarda rağbet gösteren bir terim. Gelişen teknolojik gelişmeler bizlere dijital verilerimizi kolaylıkla teknolojik aletlerde görme ve hayatımıza dönüştürme fırsatı sunmuştur. Bu bir kolaylık mı yoksa dönemine göre insanlığın sınandığı en önemli risk faktörü mü? beyin fırtınası yapalım.

Sanayi Devrimi'nden sonra gelen teknolojik gelişmelerin ardından 20. ve 21. yy' da veriler artık elektronik ekranlara yansımaya başlamış dijitalleşme de böylece hayatımıza dahil olmuştur. Önemli dosyaların bilgisayara işlenmesi günlük hayatı kolaylaştırırken bizi bir yandan tutsaklığa, kolaylığın vermiş olduğu rehavet duygusuna iteklemiştir. Sürüklenmiş olduğumuz bu mecra bizleri robot insanlara dönüştürmüştür. Christian Louise Lange "Teknoloji hem yararlı bir hizmetçi hem de tehlikeli bir ustadır." diyerek yaşanılan bu ikilemde durumun önemini vurgulamıştır. Evet insan rahatına düşkündür ancak kar zarar oranına bakılırsa rahatlığın getirileri ciddi sonuçlara gebedir. Teknoloji bizlere yapabileceğimizden daha fazlasını yapabilme becerileri kazandırmış süper bir güç olma durumunu koruyor. Verilerimizi hızlıca işleyip dünyaya katılabilecek faydasız iyilik sunuyor.

Benim üzerinde durmak istediğim konu ise şu; dijital çağ insanı ne denli yoruyor ve zorluyor?

Dünya denen gezegen sakinleri teknolojiye çok çabuk adapte oldu. Uyum sağlarken de kendinden parçalar çaldırdı. Aile yapıları hızla yok olmaya insanlar birbirlerine tahammül edememeye başladı. Yeni nesil artık ailelerinden çok tablet ve telefonlarıyla vakit geçiriyor. En savunmasız kesim çocuk, kadın ve yaşlılar suistimal edilmeye yıllarca devam etti. Bir yandan insanlar kötü niyetli kişilerce kandırılıyor biz ise teknoloji sayesinde bulundular diyerek seviniyorduk. Kadın cinayetleri daha çok duyulur oldu diye söyleniyoruz sebep olanın da duyulmasına zemin hazırlayan da teknoloji olduğunu söyleyebiliriz aslında. Dijital dikkat dağınıklığı denen derin düşünme yeteneği kaybı artık çoğu insan da mevcut. Bilgiyi hazır alıyor işleme gücümüzü yitiriyoruz. Sonra  Z kuşağının moron olduğunu konuşuyoruz. Sosyal medya sebebiyle sanal hayatlar yaşıyor, her yaşanılanı insanlarla paylaşarak mahremiyeti askıya alıyoruz. Ruh halimizden düşünce yapımıza kadar her şeyi tespit edebilen bir yapıdan bahsediyorum. Dikkatimizi ürün haline getirip pazarlamaya çalışanlara yem oluyoruz.

Aslında biz dijitalleşmeyi çok yanlış anladık. Parmaklarımızın ucunda bir dolu bilgiye sahip dünya varken biz beynimizi boş ve yararsız bilgilerle doldurmayı tercih ediyoruz. Yeni iş fırsatları sunarken insan gücünü askıya alan bu sistem, tembel olan fiziksel olarak hareketsiz insanlar topluluğuna sebep oluyor. Radyasyonun bedenimiz üzerindeki olumsuz etkilerinden bahsetmiyorum bile.

İnsanlar refah düzeyine sahip, kolaylıklarla dolu mükemmel standartlarda hayatlar isterken kendilerine olan zararın farkında olmuyor. Mutluluğa koşmak isterken gün geçtikçe hastalıklı bir psikolojiyle uyanıyorlar. Evet hayat yeterince zor. Mutlu ve rahat yaşamayı hepimiz istiyoruz . Ancak kaçınılmaz bir gerçek var ki kimileri hizmet etmekten kimileri hizmet almaktan haz duyar. Şu da var ki hizmeti alırken maneviyatımıza zararı dokunan şeylerin benliğimize derin yaralar açtığını unutmayalım.

Hayatımızı güzelleştirmeye çalışırken ruhumuzu incitmeyelim. Bazı gerçeklerin bilincinde olup kendimizi teslim etmeyelim. Bilinçli ebeveynler hem kendimize, hem de sorumlu bir ebeveyn bilinciyle çocuklarımıza uzun vadede yarar sağlayacaktır. Bence hiç kullanmamak yerine hem çağa ayak uydurup teknolojiyi kullanıp aynı zamanda kullanırken bilinç bulanıklığına mahal vermeyecek şekilde, bizleri esareti altına almayacak kadar farkında kullanmak burada önem arz ediyor.

Güzel bir gelecek bizlere bağlıdır. Farkındalığımızı kullanıp bağımlı bir hayat sürmeyelim. Kolaylığa alışmış, tembel, mutsuzluğa sürüklenen bir insan mı yoksa manevi duygularına sahip çıkan teknolojiyi yararlı işlerinde kullanan bir insan olmak mı istersiniz? Tercih sizin...


20 Eylül 2020 Pazar

RÜYALARIN PERDE ARKASI




RÜYALARIN GİZEMİ

 Merkezi sinir sistemi sağlam ve sağlıklı her insan mutlaka rüya görür. Görmüyorum diyen birisi muhtemelen normal insanlara göre daha çabuk unutuyordur. Kanıtlanmıştır ki uyandıktan on dakika sonra rüyalarımızın yüzde doksanı unutuluyor. Tarihte insanlar rüyalar hakkında bir çok öngörüde bulunmuş, keşfedilmeyi bekleyen bir merak olarak araştırılmıştır. Günümüzde de bilindiği üzere gizemini korumaktadır. Aslında rüya kavramı dipsiz bir kuyudan ibarettir hala çözümlenmeyi bekleyen binlerce soru var akıllarda... 

 RÜYALAR VE GERÇEK HAYAT

 İnsanlar yüzyıllardır gizemli olan her şeye ilgi ve merak duyarlar doğal olarak görüp hatırladıkları rüyalar hakkında da bilgi almak ve bir anlam çıkarma arayışında olmuşlardır. Rüyalar ve gerçek yaşamları hakkında bir bağlantı bulmak ve hayatlarını iyileştirmekte ya da sorunlarını çözmekte yardımcı olmasını dilemişlerdir. Bir bakıma haksız da sayılmazlardı aslında. Bilim insanları gördüğümüz rüyaların genellikle gün içinde yaşanan olaylar ,gördüğümüz nesneler veya insanlar gibi durumlardan etkilendiği yönünde hemfikirler.

 BİLİNÇALTIMIZ VE RÜYA GERÇEĞİ

 Bir diğer soru ise günümüzde hala araştırılan Freud ,Adler ,Jung gibi Psikoanaliz'cilerin de görüşlerinin bulunduğu bilinçaltı ve rüyalar arasında ilişki olup olmadığıdır. Gerçek yaşamın bilinç üstü, rüyaların ise bilinçaltı denilen buzdağının görünmeyen yüzünü ifade ettiği düşünülmektedir. Freud'un Psikoanaliz'ci kuramı alt benlik yani arzularımız ile üst benlik ;sosyal yaşamımız arasında çatışmadan ileri geldiğini savunur. Ona göre üst benliğimizin baskısının kalktığı rüyalar esnasında bastırılan bilinçaltımız kendini belli eder. Freud'un görüşlerini destekler nitelikle Adler ise rüyaların geçmişten çok geleceğin planlamasından oluştuğunu söylemektedir. Jung ise evrimden ileri gelen kolektif bir bilinçaltından söz eder. Freud dizisine rastladıysanız orda ki olay kurgusunda psikolojik problemleri çözmek için rüyaların kullanıldığına rastlarsınız. Bunun nedeni gizli bilinçaltını açığa çıkararak çözüm üretmektir. 

 RÜYADA GÖRDÜKLERİMİZ KURGU MU?

 Rüyalarda görülen hiçbir şeyin gerçek hayatta görülmemiş herhangi bir şey hakkında olmadığı ,rüyalarda görülen insan silüetleri, olağanüstü canavarlar ,dipsiz kuyular, nesne isimleri gibi... durumların muhakkak daha önce bir film senaryosunda veya yolda yürürken ya da başka bir şekilde bizim bilincimize atıldığı savunuluyor. 

 ATA MİRASI 

 Hepimiz rüyamızda muhakkak bir yerlerden düşüyormuş hissi yaşarız. Bunun sebebinin vahşi hayvanlardan korunmak için ağaç üzerinde yatan atalarımızdan kaldığını söyleyebilirim. Atalarımızın mirasları rüyalarımızdaki tepkilerin nedenini oluşturabiliyor. Örneğin hiç yılan görmemiş birinin rüyasında yılan görüp korkması atalarımızın bir mirasıdır. 

 İSLAM VE RÜYALAR

 İslam'da da rüya tabirleri inancına rastlarız. Rüyada görülen nesnelerin bir anlamı olduğu bilgisi hala çözülememiş bir gerçek. Ancak İstiare denilen bir sünnetimiz var ki hayırlı olana vesile olması için yatılır. Bunun bilimsel olarak kanıtı sıkıntılı bir dönemden geçen insan daha çok uyuma ihtiyacı duyar. Sebebi ise gerçekte çözülemeyen bir durumun çözüm sinyallerinin bulunma arayışıdır. 

RÜYALAR VE BİLİME KATKISI

Kekule 'nin ünlü rüyasından bahsetmem yerinde olur. Kekule ateşin başında uyurken rüyasında bir yılan gördü. Yılan kuyruğunu ısırıyor ve halka şeklinde bir yapı oluşturuyordu. Sonra aniden uyandı ve atomların halka şeklinde olabileceğini düşündü böylece benzenin yapısında aklını kurcalayan sorunu çözmüş oldu. Aynı zamanda Mendeleyev'in Periyodik Tablo rüyası Bohr'un  Bohr Atom Modeli gibi rüyalarını da örnek verebiliriz. Sebeplerinin ne olduğu bilinmez ancak bilime önemli ilhamlar sağladıkları kaçınılmaz bir olaydır.

 EVET sen, hayatının çoğu döneminde gördüğün rüyaları sorgulamışsındır belki kendince sebepler de üretmişsindir. Ama bir gerçek var ki rüyaların rivayetini atalarımızdan bu yana sen de merak ediyorsun o halde umarım aklındaki karmaşaya biraz da olsa el atabilmişimdir. Hoşça kal..

17 Eylül 2020 Perşembe

KELİME DEYİP GEÇME!

Kelime,güçlü kelime,kibarlık
KELİME DEYİP GEÇME

 Kelimelerin hayatımızdaki rolünü hiç düşündünüz mü? Hayatını idame ettirebilmek için her toplumun öncelikle bir dile, kelimeler topluluğuna ihtiyacı vardır. Bu kelimelerin ifade ediliş tarzı ise çoğu zaman duygularımız üzerinde söz sahibi olmuştur. Bazen insanları kızdırmak isteriz onları sevmeyiz ve canını yakmak isteriz burada saldıracak ilk nokta kelimelerle olur.. Ya da aşık oluruz sevgimizi aşk sözcükleri aracılığıyla ifade ederiz. Ya da başka bir tercih olarak susarız ve bu bazen kötü konuşmaktansa en iyi seçenektir...

Öyle ki atalarımız bunu bizden binlerce yıl önce keşfetmiş ve  birçok atasözümüz söylenmiştir. Bunlardan biri hepimizin sıklıkla kullandığı Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır cümlesidir. Bu cümleyi irdelersek manayı kavrayabiliriz kolaylıkla. Yumuşak söylemler, ses tonu, heyecan uyandıran güzel kelimeler maddede her zaman olumlu etki bırakmıştır. Bir deney yapılmış bir çok kitapta bundan bahsedildiğini okudum. Bir çiçeğe bir ay boyunca olumlu kelimeler söylenip diğer saksıya da olumsuz kelimeler söylenilmiş ve bu çiçekler gözlemlenmiş. Pek tabii görülen şey güzel sözler söylenen çiçeğin gün be gün güzelleştiği, kötü sözlere maruz kalan çiçeğin ise günden güne sararıp solduğu olmuş. Bu deney ne kadar gerçekçi bilinmez fakat insanda aynen bu etkileri gözleyebiliriz. Sürekli kavga ortamında büyümüş bir çocuk kendini bitkin, hayata karşı duruşu zayıf bir şekilde hissedecektir. Erkeklerin güzel sözlerle harmanladığı duygu cümlecikleri bir çok kadını baştan çıkarabilir. Bir şeyler rica eden bir kadın kibarlığını kullandığı sürece istediğine ulaştığı gözlenir. Kaba olan şeyler doğamız gereği kabul edilebilir bulunmamıştır.

Kelimelerin anlamı ve söyleniş tarzı güzel bir harmoni yaratıyor. Ruh halimiz söylediğimiz kelimeleri seçerken etkili olduğu kadar söylenen kelimelerin de ruh hali üzerinde etkisi olduğunu düşünmeliyiz. Bu alanda bir bilim dalı olduğunu biliyor muydunuz? Bu dala psikodilbilim deniyor. İnsanların doğuştan dil konuşma yeteneğiyle doğduğunu her dili konuşabilecek yapıda olduğunu savunur ve ekler insan çevresinde duyduğu dili kanıksar ve buna göre tepki verir der. Her kelime bizlerin içinde bir heyecan bir duygu oluşturur. Bir yazıyı, bir söylemi güzelleştiren kullanılan kelimeler değil midir? 

O halde insan neden kalp kırmaya gönüllüdür? Kelimeleri seçerek konuşmak insanın iradesine bağlıdır. Güzel söz söyleyen insan hem karşısındaki insanı yada herhangi bir canlı cansız varlığı memnun eder
hem de kendi manevi tatmini gerçekleşir. Tasavvuf düşünürleri bir kaleme bile eşya gözüyle değil bize yardımcı gözüyle baktığımızda ve onunla güzel kelimelerle konuştuğumuzda hayata bakış açımızın inanılmaz derece değiştiğini savunur. İnsanların birbirine kötü söz söylemekten çekindiği bir dünya hayal et herkesin ruh hali dengede olur, barış ortamı oluşurdu. Tabi ki tüm insanlar böyle davranacak psikolojide ve yapıda değiller. Ama düşünen herkes böyle bir düzenin mutluluğa götüreceğini savunur. Peygamber efendimizin dediği gibi Ya güzel söyle ya da sus!

Peki kelimeler bu kadar sihirli ve bizlerde mucizevi etkiler yaratıyorsa biz neden bu sihri güzel etkiler yaratacak şekilde değil, bir silah olarak kullanma yoluna gidiyoruz. Aslında kötü sözler söylemek güzel sözler söylemeye kıyasla çok daha zordur ve efor gerektirir. Sen de kelimelerini güzelden yana seç, kendi tatminin de huzurun da bu mucize sözcüklerle var olduğuna kendi yaşamında şahit olacaksın. Mutlaka güzel söyle ki sen de güzel bir şekilde karşılık bul. Kötü söz duysan bile güzel karşılık ver ki o kötü söz bir mum misali sönük kalsın. Hayat yolunda iyi şanslar diliyor, hep mutlu olmanı diliyorum....

Kendine iyi bak...

12 Eylül 2020 Cumartesi

ÖNCE AYNAYI KENDİNE ÇEVİR

Gül şeklinde insan yüzü



Toplum olmanın gereği insanlarla temas içinde olmak, ilişki kurmak durumundayız. İsteklerimizi ifade etmek, birbirimizi anlayabilmek, duygularımızı anlatabilmek gibi maksatlarla iletişim kurma ihtiyacı duyarız. İletişim ihtiyacı hep var olmuş, bir çok sorunun çözümünde odak noktası olmuştur. Konuşma ve anlama bu kadar önemliyken akıllarda buna ket vuran bir düşünce belirmiştir... Ya aynı dili konuşan bu insanlar olur da problemlerini çözemeyecek seviyeye gelirlerse ? Ya dil denilen şey problemlerimizi çözmede yardımcı unsur olmazsa? Şimdi bir düşünelim buna sebep olacak neler var ve çözüm yolları neler olabilir ?

 İnsan doğal yapısı gereği çocukluk çağından ileri gelen sınırlarını çizme eğilimi içerisindedir. Kendini savunma içgüdüsü asırlardır baskın gelen bir duygudur. Ailevi yaşantıları dahil karşılaştıkları her grupta bu eğilimlerini yaşatma tutumu sergilemişlerdir. Kendini savunma savaşı meydanına dahil olmuşlardır. Peki bu savaşta galip olan kim? En güçlü olan mı ?  Ya da kendini en iyi ifade etme yeteneğine sahip olan mı ? Bunların hiç birine cevabımız evet olamaz çünkü biliyoruz ki her birey kendi savunduğu noktada haklı. Tam da yaşanılan bu kargaşaya bakış açımız bu olmalı aslında herkes yaşadığı durumda kendi hayat tecrübeleri, kendi düşünce ve yargı sistemleri dahilinde bir görüş sergiler ve kendi baktığı gözlüğün camından tabi ki haklıdır. Bunu kabul edebilirsek eğer o zaman bu anlaşmazlıkların çözümünde vakıf olmuş olacağız. Tartışma esnasında aslında kendine yöneltilen bir saldırı olarak algılama vardır. Önemli olan o noktada tartışılan konu değil tamamen kendini savunma iç güdüsüdür. Tartışan iki taraf da insan olmanın gereği karşısındakine anlayış göstererek çözüm odaklı giderek meseleyi halledebilir aslında. Her zaman her dediği doğru olamaz insanın yalnız ona doğru olduğu düşüncesi vakıf olur. Karşısındaki insana da düşüncelerinde bir şans verebilme imkanı yaratırsa işte o zaman anlaşmazlıkların çözümü kendiliğinden gelecektir. İslam dini de toplumsal iletişim sorunlarının çözümünün her daim barışı savunarak çözüleceği görüşünü  desteklemiştir. Karşımızdaki insanın bakış açısına bürünmeyi öngörmüş, tarafsız bir şekilde dinlememiz gerektiğini söylemiştir.

Her insan bambaşka bir ailede, bambaşka bir çevrede ve başka imkanlar dahilinde dünyaya gelmektedir. Kimi bir ailesi olmadan yaşamını sürdürmekte, kimi topluma göre mükemmel şartlara sahip olarak hayatını idame ettirmektedir. Kimi de orta gelirli bir ailede çoğunluğun sahip olduğu eşit imkan ve aile yapısıyla dünyaya gelmektedir. Bu yüzden de bakış açılarımız herkese göre farklılık gösterebilir  ya da düşünce benzerliği yaşayabiliriz. İnsan yaşamı boyunca kendi doğrularını oluşturmuş ve o doğrultuda olayları algılamaktadır. Yaşanılan probleme yaklaşımlarımız bu imkanlar dahilinde farklı olacak ve haklı olduğumuzu bize düşündürecektir. Hiç kimseyi düşündüğü görüş neticesinde yargılayamaz ve haksız olduğunu söyleyerek yadırgayamayız. Bahsettiğim mesele söylenilen şeyin doğru veya yanlış olması değil sadece insani düşünme yeteneğimizin hiçe sayılmaması ve karşımızdaki kişiyi şüphesiz haksız olarak damgalamadan sorgulamamız gerektiğidir. Sonuçta hepimiz bilinçli bir beyine sahip, bizlere bahşedilmiş düşünme kabiliyetimiz sayesinde bir görüş elde eder ona göre fikrimizi savunuruz. Bu da bana göre yok sayılmayacak kadar önemli bir başarıdır.

Dini inancın, toplumsal çevren, hayattaki yargıların ve hataların ne olursa olsun insan olma erdemine erişti isen kendini sorgula ve karşındaki insanın görüşlerine saygı duy. Ancak böyle ilerleyen, gelişen bir toplum olabiliriz. Her şeyden önce bizlerin doğru veya yanlış diye nitelediği değer yargıları kimine göre yanlış olabilir düşüncesini özümseyebilirsek bu dediklerim de başarı elde edilebilir.

Okuduğun için teşekkür ederim. HOŞÇA KAL...