9 Aralık 2020 Çarşamba

HYYGE FELSEFESİ İLE TANIŞ






Herkese yeniden Merhabaaaa. Yeni gelen blog arkadaşlarıma da hoş geldiniz diyorum. Soğuk ve sıkıcı Ankara günlerinde sanırım sığınacak en iyi yollardan biri yazmak...

Bu yazımda çoğumuzun  kendine yaşam felsefesi olarak belirlediği ancak haberdar olmadığı bir terimden bahsetmek istiyor ve siz değerli okuyucularımla paylaşmaktan büyük zevk duyacağım tespitler yapmak istiyorum. Konu " Hyyge felsefesi ".

Nedir bu hoge, huge ? Okuyunca kulağa komik geliyor değil mi ? :) Bu kelimenin Türkçe'de herhangi bir karşılığı henüz bulunmuyor. Kim çıkardı peki bu kelimeyi bizim başımıza diyeceksiniz.                  İskandinav ülkeleri deyince aklımıza hemen o soğuk, boğucu, karlı ve karanlık ülkeler geliverir. Lakin ayrıca mutlu ve huzurlu insanlar da gelir. Peki bu iki durum birbirine sizce de tezat gelmiyor mu? çünkü gün ışığıyla psikolojimiz arasında ciddi bağlantı olduğunu biliriz ve karanlık bir hava gördüğümüzde hemen moraller sıfıra düşer, modumuz otomatik olarak pat düşer. Danimarka da bu İskandinav ülkelerden biri ancak Mutluluk Araştırma Enstitüsü denilen bir kurum mevcut. Duydunuz mu? bilmiyorum. Bu enstitü en mutlu ülkeyi Danimarka olarak belirlemiş. Evet o soğuk ve karanlık ülkeyi...



Danimarka halkı ayrıca  gelirlerinin yüzde altmışını gelir vergisi olarak ödemektedirler. Yani bakacak olursak pek de iç açıcı bir durumları bulunmuyor. Bunlara rağmen mutluluk iksirini bulmuşlar vallahi bravo. Lafı fazla uzattım farkındayım. İşte bu zorlu koşullara rağmen küçük şeylerle mutlu olabilme felsefesine "Hyyge" adını vermişlerdir.

Felsefenin 10 önemli metaforu var bunlardan kısa kısa bahsetmek istiyorum.




İlki "Atmosfer" uyumu: Doğal ışığın kıymetini bilmek ve elektrikten son derece az istifade etmeye dayanıyor. Doğal mumlar son derece önem kazanmış. Ayrıca gün ışığı efekti yaratmak için evlerinin dışında sarı ışık kullanımı son derece yaygın.

İkincisi hep bahsettiğim mindfullness, "anda kalmak" felsefesini Dan ırkı çözmüş arkadaşlar... Anda kal anı yaşa ve mutluluğunu seyret diyorum.

Üçüncüsü belki de en önemlisi "küçük keyifler" yaratmak: Bu bir sıcak çikolata olabilir, temiz bir evde oturmak, yünlü çoraplar giymek, doğayla başbaşa kalmak, kahveni alıp uzun uzadıya pencereden bakmak, kedi sevmek , çocuğunun gülüşünü izlemek ve bunun gibi daha nice güzel ve mucip şey onlar için keyif kaynağı olmuş.

Dördüncü metafor "eşitlik ": Ne yaparsak eşit biçimde yapmalıyız. Bir masa toplanacaksa herkese eşit biçimde görevler düşmeli. Bir şey yenecekse eşit paylaşılmalı. Bu madde de  beni cezbetmeyi başarmıştır.

Beşincisi  "minnettarlık ve şükür ": Sahip olduğumuz her şeye karşı müteşekkir olma durumu bu kavramı en güzel biçimde açıklıyor olmalı. Ve inanan insanlar için bizleri yaratana şükretmek de bizleri rahatlatıcı bir etkiye sahipmiş. Bence şükreden insanlar zaten mutsuz olmaz kiii...


Altıncımız ise "uyum yeteneği" : En sevmediğim insan tiplemelerinden olan ego sahibi insanlar gerçekten de hyygelik insanlar değillermiş. Kendini kanıtlama ihtiyacı olmadan etrafımızla uyum içinde yeşermek bizleri hyyge insan yapıyormuş.

Yedinci madde "rahatlık" :Gergin bir ortam , sıkı kıyafetlerden uzak ol  ve rahat ol dostum diyor.

Sekizinci "ateşkes" : Kavga ve gerginlik çıkabilecek siyaset, din gibi konuların hyyge felsefesinde yeri asla yok.



Dokuzuncu "birliktelik": Birlikte mutlu olma hali. Kedinle, kahvenle, dostunla birlikte mutluluk duymak.

Onuncu ve sonuncu ise "sığınak" : Hyyge felsefesinin büyüsüne kapılmak için güven duyduğun, tehlikeden korunduğunu bileceğin bir ortam yaratmak şart.


Evet hyyge felsefesini beraber sorguladık. Peki sen ne kadar hyygelik bir insansın yorumlarda mutlaka yaz :)  Fakat ben bu maddelere bir madde daha eklemek istiyorum o da sadelik. Gereksiz eşyalar, insanlar , kağıtlar bunlardan kurtulmak beni daha az gererdi ve huzurlu hissettirirdi sanırım. Bunu da Japon hyyge felsefesi diyebiliriz bence ne dersin? :) 


Okuduğun için Teşekkür ederim sağlıcakla kal...



                                                                            💗

2 Aralık 2020 Çarşamba

AŞI KARŞITLIĞI VE RİSKLER


 Her şeyin başı sağlık, her şeyin başı aşı ! 

Aşı nedir, ne işe yarar ? Kısaca bundan bahsederek giriş yapmak istiyorum. Aşı, hastalık yapma yeteneği yok edilmiş virüs ve bakterilerin ya da bakterilerin zehirli toksinlerin
den arındırılmış olarak elde edilen biyolojik maddelerdir. Hayvanlara veya insanlara uygulandığında bu zararlı patojenlerin vermiş olduğu kötü etkilerin oluşumunu engellerler. Mikrobik bir etkenle karşılaşıldığında mikrobun vücuda girmesine engel olarak hastalık oluşturmasını engellerler. Bildiğimiz tanımı bu olup ülkemizde ve dünyada sıkı takiplere tabi tutulmuş yegane biyolojik maddedir.  

Peki bizlere söz hakkı tanımadan devletlerin zorunlu uygulamaları arasında neden yer alıyor hiç düşündünüz mü ? Biz bir denek miyiz? Ya da bir şekilde kontrol altında  tutulmaya mı çalışıyoruz?        Son yıllarda DSÖ'nün tanımları arasına girmiş bir terim olan "Aşı tereddütü ya da aşı kararsızlığı (vaccine hesitancy)" olarak bilinen aşı hizmetinin yapılmasını reddetme,gecikme olarak tanımlanan bir kavram hayatımıza girdi. Ve ciddi bir rakam ki ülkelerin yüzde 90'nından fazlasında bu durum rapor edilmiştir. Bir çok bölgede K-K-K (kızamık,kabakulak,kızamıkçık) aşısı toplum bağışıklığı olan düzeyin altında seyretmiştir. Bu gibi tehtidler nedeniyle DSÖ 2019'da çözüme kavuşturmaya planladığı 10 küresel sorun listesinde aşı karşıtlığına da yer vermiştir.                                                   

Bahsettiğim gibi, sorunlardan birisi tam olarak da devletlerin bizleri yönlendirmesine izin vermeme düşüncemizden ileri geliyor. Tabi ülkelerin kendilerine göre de bazı sebepleri var. Bunlara verilecek örneklerin ilk başında İngiltere'de Edward Jenner'in  ilk aşı çalışmaları sırasında aşıya karşı çıkışta dini nedenler ilk sırada olmuştu. Velhasıl bu durumda zorunlu aşı uygulamaları ön plana çıkmış olup bu durum aşı karşıtlığını daha da arttırmıştır. Bir diğer örnek ABD'de 1870 yılında zorunlu çiçek aşısı uygulamaları sırasında kullanılan para cezaları, yoksullara uygulanan şiddet aşı karşıtlığını daha da arttırmıştır.20. yy da gelişen teknolojik gelişmeler, daha önce eradike edilmiş  hastalıkların olması olsa da aşı güvenirliğiyle ilgili tartışmalar devam etmiştir. Bunun yanı sıra "The Lancet" dergisinde bir gastroenterolog olan Wakefield'in KKK aşısıyla Otizm arasında bir ilişki olduğunu göstermeye çalışan 12 vakalık serisi toplumda kafa karışıklığına yol açmıştır. Öte yandan Türkiye'de durum nedir?sorgulayacak olursak Osmanlı dönemiyle başlayan Cumhuriyetle devam eden aşı uygulamalarının olduğu biliniyor. Günümüzde ise Sağlık Bakanlığınca belirlenen kuruluşlarda aşı takvimine göre ücretsiz olarak uygulanıyor. Ülkemizde 2018 yılıyla birlikte aşı karşıtlığı 23 bin aileyi bulmuş durumda. Geçen günlerde Yıldız Tilbe'nin de aşı karşıtlığını kelimeleriyle dile döktüğünü ve insanları bir sanatçı olarak ne denli etkilediğini okumuş olduk.



 

Giderek artan dünya nüfusu 8 milyarı bulmuş durumda. İspanyol gribinin çıktığı 100 yıl önce ise bu sayı 1 milyarlardaydı. Uçak gibi bir teknoloji o sıralarda var olmadığı halde milyonlara yayıldı. Günümüzde insanların dünyanın bir ucundan bir ucuna gitmesi çok daha kolay ve yayılımın ne denli çok olacağını tahmin edebilirsiniz. Eğer basit bir aşıyla insanlar hayatlarına devam edebilecek ve ölümden kurtulacak ise neden bu karşıtlık? Dünyada milyonlarca yoksul ülke, mülteciler ve bağışıklığı düşük insan varken neden kendi bağışıklığımıza güvenip onları riske atıyoruz? İnsan yaşamı bu kadar mı ucuz ? Basit bir gripten bizler ölmeyebiliriz ancak bulaşıcılık milyonlarca insanın ölümüne sebep olabilir. Burada düşünce yapımız kendimize göre değil bana göre topluma göre şekillenmeli. Aşı karşıtlığının olduğu ülkelerde mortalite bu kadar artmış durumdayken karşı çıkmak canilik değil de nedir ?

Toplumsal olarak bilinçli olmalı ve bulunan aşıları incelemeliyiz. Gerekirse insanlık için bu aşıların yapılmasına gönüllü olmalıyız. Bu dünyada yalnız biz yaşamıyoruz. Bakteri ve virüslerin yaşamasına ortam hazırlayan konak canlılarız. O halde çözümü olan ve gerçekten ciddi bir bağışıklık sağlayan aşıyı ve aşı karşıtlığını gözden geçirmeliyiz. Elimizi vicdanımıza götürelim ve düşünelim gerçekten bizler birer araç mıyız ?... 

Okuduğun için Teşekkürler. Daha iyi bir dünya için...                                 

19 Kasım 2020 Perşembe

ONLİNE EĞİTİM ÖRGÜN EĞİTİME TERCİH EDİLEBİLİR Mİ ?


"Bir yıl sonrasıysa düşündüğün, tohum ek. Ağaç dik, on yıI sonrasıysa tasarIadığın, Ama düşünüyorsan yüz yıl ötesini, halkı eğit o zaman… Bir kez tohum ekersen, bir kez ürün alırsın, Bir kez ağaç dikersen, on kez ürün alırsın, Yüz kez olur bu ürün, eğitirsen toplumu. Birisine bir balık versen, doyar bir defa; Balık tutmayı öğret, doysun ömür boyunca." Kuaz Tzu böyle anlatıyor eğitimin önemini. Eğitim bu derece bizler açısından yemek yemek kadar önemli ise her koşulda eğitime muhtaç oluşumuzdan bilgiye ulaşma arayışımız ilelebet sürecektir.


EĞİTİM NEDİR VE EĞİTİMİ NERELERDEN ALABİLİRİZ?




Eğitim, gözlerimizi dünyaya açtığımız zamandan itibaren başlayan ve ömür boyu süren bir yaşam biçimidir aslında. Doğduğumuz ilk anda vereceğimiz tepkilerin ölçüsü bile eğitim denen unsurla sağlanmıştır. Yaş aldığımızda ise öğrenecek şeylerimizin hala bitmemiş ve bitmeyecek olmasına şaşar dururuz. 6 yaş itibariyle okul sıralarına adım atarken eğitimin ikinci basamağı başlamış olur. Okullar bizlere bir öğretmenle eğitimin nasıl olduğunu gösterir. Peki bu eğitmen sanal bir ortamda bizleri eğitemez mi ?

Eğitim denilen şey şu an ki yaşadığımız dönemde bambaşka bir yapıya dönüşmüş vaziyette buna online eğitim diyorlar. Tarihçesine bakarsak aslında 1992 yılında açılan açık öğretim programları ilk örneklerindendi. Eskiler daha iyi hatırlar Öss'ye hazırlanmak için cd ler alır onları dinlerdik. Benim dönemim de liseye hazırlanmak için oluşturulmuş ücretli programlar mevcuttu. 2006 yılı itibari ile ise oluşturulan online eğitim siteleri bizleri eğitim tutkumuz sayesinde alıkoydu. Böylece eğitimin ucu bucağı olmadığı, her türlü ortamda sağlanabileceği açığa çıkmış oldu.

ÖRGÜN VE ONLİNE EĞİTİMİN FARKLARI NELERDİR?


+ Örgün eğitim için ihtiyaç duyulan şey bir eğitmen ve sınıf ortamıdır. Online eğitim için de bunların ikisi geçerlidir ancak bir farkla. Eğitmen yanımızda bulunmaz ve sınıf ortamı ise sanal bir mecradır.



+ Örgün eğitim için belirli bir zamanda orada mevcut ve hazır bir durumda olmamız gerekirken online eğitim kayıt altına alınabilir ve ne zaman müsait olunursa o durumda dinlenebilir.







+ Örgün eğitim de öğrenci profilini eğitmen görür ve onlarla daha iyi iletişim kurabilir. Online eğitimde ise bu durum değişkenlik gösterir kimi zaman kimlerin derse katıldığını eğitmen göremez.

+ Örgün eğitim de konsantrasyon kimi öğrenciler tarafından daha iyi sağlanırken online eğitim de sabit duramayan öğrenciler için ekstra bir zorluk görülebilir.

+ Örgün eğitim genelde genç ve işi olmayan insanlar tarafından tercih edilirken Online eğitim çalışan ve vakti olmayan insanlar tarafından tercih edilebilir.




ONLİNE EĞİTİMDE ANLAMA ORANI DÜŞÜK MÜDÜR ?









Sanılanın aksine aslında bu güne kadar yapılmış araştırmalar gösteriyor ki örgün ve online eğitim arasında anlama oranı bakımında pek bir fark görülmemiştir. Yine araştırmalar gösteriyor ki online eğitim de öğretmen ve öğrenciler arasında forumlar olsa da yeteri kadar etkileşim sağlanamadığı için uzaktan eğitim alan öğrenciler örgüne kıyasla daha mutsuz olmuşlar ve bu da bir bakıma öğrenme kalitelerini etkilemiştir. Aynı zamanda örgün eğitim de daha fazla konsantrasyon sağlandığı gözlenmiştir.

Siz bu konu hakkında ne fikirdesiniz merak ediyorum doğrusu. Fakat benim düşüncem şu yönde ki ileride şu an da olduğu gibi salgın hastalıklar ve nüfus fazlalıklarından dolayı online eğitime alışacağız ve anlama oranlarımızı yükseltecek uygulamalara girişeceğiz.

Şunu belirtmeliyim ki eğitim bizim vazgeçemediğimiz en önemli unsurdur. Yaşımız kaç olursa olsun öğrenmeye doymuyoruz. Kendimizi geliştirme tutkumuz bize bu yolda öncü olmayı başarmıştır. Eğitimin yolu ne olursa olsun bilgiye aç bir topluluk her türlü yolu dener. Mektup aracılığıyla bile eğitim denenmişken neden teknolojinin gelişmesinin olumlu etkilerinden olan online eğitim bizlere ışık tutmasın ? Pek tabi imkanlar elimizde ise geleneksel olan eğitimimize dönmeliyiz ve elimizden geldiğince bu yolu tercih etmeliyiz. Ancak eğitim almak için vakit yaratmak istiyorsak online eğitim tercih edilebilir bir seçenektir. Daha çok gelişeceğine de şüphem yoktur. Bence eğitimin yapılma yolundan ziyade anlama biçimlerimizi değiştirmeli ve değişime ayak uydurmalıyız.

Okuduğun için teşekkürler. Umarım aydınlanmışsındır. Hoşça kal...


3 Kasım 2020 Salı

EYVAH DEPREM OLUYOR !

 


Öncelikle uzun bir aradan sonra tekrar merhabalar...

Günlerdir bizleri etkisiyle saran, insan olduğumuzu bizlere tekrar hatırlatan ve ülkemizin gündemine oturmuş, derinden sarsıldığımız bir konudan bahsetmek istiyorum. Böyle bir girizgah yapmak  istemezdim ancak kendimde bilinçlenmek ve faydalı olabilmek adına bu yazıyı yazıyorum.              Evet malum konumuz depremler... Maalesef ki İzmir depremiyle çok sayıda canımızı yitirdik ve bu yıl daha fazla özellikli olmak üzere depremler Elazığ depremiyle birlikle yılın başından beri bizleri tehdit etmeye başladı. Korkutan olası İstanbul depremiyle birlikte de bizleri tehdit etmeye devam ediyor.



Deprem Vikipedi tanımına göre yer kabuğunda hiç beklenilmedik bir anda ortaya çıkan kırılmalar sonucu oluşan sismik dalgalanmalar ve bu dalgalanmaların yer kabuğunu sarması olayıdır. Tanımı gayet açık aslında ve bizim kendimize sormamız gereken soru depremler neden bizlerin hayatını bu denli etkiliyor ve korkutuyor? olacaktır. Görüldüğü üzere gayet doğal seyrinde meydana gelen bir doğa olayıdır. Bunun olmasını sağlayan bir güç ol der ve olur.                                                        Coğrafyamız itibariyle deprem kuşağında yer alıyoruz. Kuzey Anadolu Fay hattı, Doğu Anadolu Fay hattı ve Batı Anadolu Fay Hattı olmak üzere 3 büyük fay hattı üzerinde yer alıyoruz. Bu da demek oluyor ki deprem açısından oldukça riskliyiz ve büyük sarsıntılara hazırlıklı olmalıyız. Bir çok şehir aktif fay hattı üzerinde olup riskli gibi görülse de fay hatlarının geçmediği yerlerde etkilenebiliyor. Örneğin İzmir'de hissedilen sarsıntıya neden olan kırılma 70 kilometre uzağında gerçekleşmişti. Bu da demek oluyor ki ülkecek depremlere hazırlıklı olmalı, olası bir deprem anında ne yapacağımızı bilmeli ve gerekli önlemlerin alınmasını teşvik etmeliyiz.

Peki depremler bu kadar hayatımızdan olmayı başarabilmişken bizler neler yapabiliriz ve hayata tutunmayı başarabilir, depremin artık bir risk faktörü olmasını önleyebiliriz? Bu depremin bizleri kendimize getirebilmesi ve düşünmeye sevk edebilmesini diliyorum. Öncelikle yapı tekniği ve inşaat yönetmeliklerine uygun binalar inşa edilmesi gerekiyor. Tehlikeli bölgeler tespit edilip bu bölgelerin imara açılması önlenmeli. İnsan hayatını hiçe saymamak adına inşaatlarda dayanıklı malzemeler kullanılmalıdır. Binalara acil çıkış panelleri yapılmalıdır. Bunlar bu işlerle ilgilenenlere ve devlete düşen görevlerdir ve denetlenmesi şarttır. Elimizdeki konutların hali hazırdaki durumu ortadadır en kısa zamanda kentsel dönüşüm uygulanmalı ve yatırım yapılmalıdır. Tabi bizlere bazı sorumluluklar düşüyor. Eşyalarımızı,aklımıza ne geliyorsa sabit duruma getirmeliyiz.Gaz vanası ve elektrik sigortalarımızı otomatik hale getirmeliyiz. Afete hazırlık planları yapmalı ve en kısa sürede bir deprem çantası edinmeliyiz. Şimdi sırası mı demeyin ne zaman başımıza neyin geleceği belli değil...

Oldu ve deprem başımıza geldi neler yapmalıyız? birlikte göz atalım. Öncelikle önceden olası bir deprem sırasında nereye saklanmamız gerektiğini bilmeliyiz. Mutfak ve banyo güvenilirdir. Masaların altındaki ayak kısımları güvenilirdir. Hayat üçgeni oluşturabileceğimiz alanlar seçmeliyiz. Çök-Kapan-Tutun üçlüsünü unutmamalıyız. Sarsıntı durana kadar bu vaziyette beklemeliyiz. Merdiven, asansör, balkon gibi alanları kesinlikle tercih etmemeliyiz. Pencere ve cam alanlardan uzak durmalıyız. Peki oldu da enkaz altında kaldık bu durumda yapmamız gerekenlerse şunlar: Bu alanda enerjimizi kontrol edebilmemiz çok önemli hareket ve enerjimizi korumamız gerekiyor. Vurabiliyorsak ayağımızla veya ellerimizi kullanarak sesimizi duyurmaya çalışmalıyız. Sesimizi kullanabiliyorsak da sesimizle yardım istemeliyiz. Bekleme vaktinde iken aktif uyku ve dinlenme aşamasına geçmeli ve beklemeliyiz. Panik olup enerji kaybına neden olmamalıyız. En çok ölümler organ ezilmesine bağlı ödem gelişmesi nedeniyle su kaybı ve böbrek yetmezliğinden olmaktadır. Bu yüzden su kaybını önlemek adına su bulabiliyorsak aramalıyız. 

Depremler insanlara önemli ölçüde dersler vermektedir. Bu süreci yaşayanlar ve ailesini kaybedenler en çok acıyı çekenler şüphesiz ancak bizim manevi ruhumuz gereği Türk olarak acıya ortak olma duygularımız baskındır. Birbirimize destek olma adına her türlü yardımı ve desteği yaparız. Bu yaşananlar her birimizin başına gelebileceğini düşünüp hangi ideolojiyi, siyasi görüşü destekliyor ve hangi inanca sahip olursak olalım birlikten kuvvet doğar diyerek tek güç olmalı ve hayatlarımıza çekidüzen verip kimseyi yargılamadan ve hayatlarımız ne derece zor olduğunu düşünüp hoşgörülü olmalıyız. Bana göre acı tatlı ne yaşanırsa yaşansın insanlar tek yürek olduklarında ve empati yeteneklerini sergiledikleri ölçüde insanlar. İnsanız ve acı çekme bilincindeyiz lütfen saygımızı ve beraberliğimizi yitirmeyelim... Hepimize geçmiş olsun dileklerimle...

21 Ekim 2020 Çarşamba

PLANLI BİR YAŞAM MUTLULUK GETİRİR Mİ ?

 



Planlar, planlar, planlar... 

Kelime anlamı bir işin yürütülmesi için yapılması, uyulması gereken düzen. Çocukluğumuzdan beri bize sürekli dikte edilmeye çalışılan en önemli öğreti planlı olmaktı sanırım. Her şey bir plan dahilinde gitmeliydi. Ek gıdaya geçiş, yürümeye başlama yaşı, konuşma yaşı, tuvalet öğrenme yaşı, okula başlama yaşı ya da büyüdüğünde evlenme yaşı... Hepsinin bir zamanı vardı elbette böyle olmalıydı yoksa temel düzen tepetaklak olurdu. Bir çocuk konuşmayı geç öğrense yok bu çocukta büyük bir sorun var diğerleriyle aynı yaşta konuşmadı diye damga vurulur. Sahi plansız yaşasak hayatımız yerle bir mi olur ?

Gününü planlayan insanların özellikleri ve gününü akışa uyarak geçiren insanların özelliklerini incelediğimizde temel farkları görebiliriz aslında. Planlı insan, daha panik ve kaygılı olur. Ya işler planladığı gibi gitmezse düşüncesi onu yer bitirir. Çünkü insan bilmediğinden her zaman korkar. Kendi planlamadığı şekilde giden her olay beraberinde korkuyu getirir. Günübirlik yaşayan insanda ise bariz olan duygu akışına bırakmaktır. Nasıl olsa su akar yolunu bulur, böylece daha serbest yaşarlar. Sen hangisisin ? Ben hemen söyleyeyim. Çocukluğumdan beri bir tasarım, düzen içinde olanlardanım. Bana başarı anlamında çok getirisi olduğunu söyleyebilirim. Lakin hayati tatmin açısından hiç bir zaman tatmin olamayan plansız bir şekilde yola çıktığımda her zaman kaygı duyan bir insanım. Çocukken çok iyi hatırlarım diğer gün giyeceğim kıyafeti bile önceden hazırlar uyandığımda onlar dışında planlamadığım bir şey giyersem o günümün kötü gideceğine inanırdım. Bu özelliğim beni çok defa yarı yolda bırakmıştır. Çünkü hayat sürprizlerle dolu muazzam bir alem. Sürecin akışına müdahale etmeye çalıştığımızda bana göre her zaman sürecin dışında kalıyor ve bu günümüzde yaşayamıyoruz. Ya hep geçmişteki hatalarımıza ya da olayların gelecekte olmasını istediğimiz biçimde olmasını dileyerek gidişata müdahil oluyoruz. 

Evet şirketler bir plan dahilinde aylık, yıllık büyüme kaydedebilirler. İnsanlar bir plan dahilinde önlerine sunulan bir görevi yerine getirebilirler. Devletler bir plan dahilinde ülkeleri yönetirler. Ya da başarıya giden yolu adım adım planlı bir şekilde yürütebilirler. Ancak planlı olmayı günlük hayata uyarladığımızda işe yarar sonuçlar elde edemez, iç rahatlığı elde ederiz belki ancak gerçek anlamda tatmini sağlayamayız. Hepimiz zamanımızın belli bir bölümünde mutlaka plan yapmış, plan yapma girişiminde bulunmuş veya yaptığımız planı uygulamaya koymuşuzdur. Bunlar kahvaltı yapmakla başlayıp gün içinde zamanımızı verimli kullanmak adına yazılmış cümlelerden oluşur. Hepsini yapabilenleri gerçekten tebrik ediyorum. Ben de bazı zamanlar bunları uyguluyorum. Tamı tamına uygulayamadığımda ise eksik yaptıklarım bende rahatsızlık uyandırıyor ve uzun süre bu uygulamayı yapamıyordum.  Bu planlama işinin günlük hayatta beni endişeye  soktuğunu çok bariz hissetmişimdir. İş planı yapmak, boş zamanlarını verimli kullanmak, zaman darlığında tüm işlerini yetiştirmek isteyenler planlamaların yararını görebilmişlerdir. Fakat bana göre uzun vadede planlı yaşamak yarardan çok zarar getiriyor ve ilahi gücün evrene sunduğu doğal işleme sürecine bizler dış kuvvet uygulayarak kendimize gereksiz gerginlik yaratıyoruz.

İşte cümlelerimin sonuna geldik. Okuyanlara önerim sizi hangi yöntem rahat hissettiriyorsa onu denemeniz. Hayatın doğal akışı bizlere mutluluk ve bereket vadediyor. İster planlayarak dolu dolu hepsi sizin kontrolünüzde olan bir hayat yaşama yoluna gider, isterseniz de plansızlığın büyüsüne kapılıp kaygı duymadan olduğu gibi yaşayıp sürprizler dolu aleme yolculuk yapabilirsiniz. Ya da bunların her ikisi beraber hayat serüveninde duruma göre karar verebilirsiniz. Yeter ki size iyi hissettiren duygularla yaşayın. HOŞÇA KALIN...


14 Ekim 2020 Çarşamba

ANATOMİMİZ Mİ YOKSA COĞRAFYAMIZ MI KADER ?



Sizlere ikilemde kaldığım bunun üzerine araştırmalar yaptığım bir konudan bahsetmek istiyorum. Herkesten duyduğumuz  İbn-i Haldun tarafından ortaya atılan aforizması Coğrafya Kaderdir sözü gerçeği yansıtsa da anatomimizin de kaderimizi etkileme ihtimali son derece mümkün. Nasıl  mümkün her iki düşünceyi de doğruluk ve tezatlıkları yönünden inceleyeceğiz.

Öncelikle" Coğrafya Kaderdir "dedikleri bu coğrafya nedir ? bunu bir açıklayalım. Hepimiz bambaşka ülkelerde, bambaşka şehirlerde ve farklı ailelerde, farklı geleneklerde gözümüzü dünyaya açtık. Birbirimizden bu kadar başka karakterlerde olma sebebimizin coğrafya olması olası bir durum evet ancak aynı anne kucağında doğan ve aynı çevrede yetişen kardeşlerin birbirlerinden zıt karakterde olduğunu çok defa görüyor ve kişiliklerin bu derece farklılıklarını sorguluyoruz. Sizce coğrafya insanların kişiliğini bu denli etkiliyor; yaşayacağı, karşılaşacağı olaylarda pay sahibi oluyorsa bu zıtlığın sebebi neden kaynaklanıyor ?

İnsan denen varlık çok yönlü bir mekanizmadan ibarettir. Bu mekanizma çoğu şeyden etkilenebilmektedir. Ancak bunlardan daha da önemlisi düşünebilme mekanizmasına sahiptir. Sahip olduğu beyinsel aktiviteler kişiliğini oluşturacağı noktada devreye çoğu kez girer ve hayatını şekillendirmesinde rol oynar. Burada da devreye Freud'un Anatomi kader midir? sorusu aklımıza gelmektedir. Hadi hep beraber sorgulayalım.

İnsan anatomisi; dişilik-erillik, farklı boy uzunlukları, farklı ten ve saç renkleri, sahip olduğu genetik rahatsızlıklar, genlerinde bulunan eşcinsellik dürtüsü gibi bir çok akla gelmeyecek olguyu oluşmaktadır. Bazı insanlar genetik olarak güzellik algımıza hitap eden uzun boylu, renkli gözlü ve sarışın olarak nitelendirilen sağlıklılardan, bazıları güzellik standartlarımızın dışına çıkabilen çirkin olarak nitelendirilen özelliklerle dünyaya gelmektedir. Tabi ki bana göre güzellik veya çirkinlik algısını bu düşüncelerin oluşturması kabul edilemez bir gerçek. Neyse.. Bazı insanlar kadın olarak doğarken  bazısı erkek olarak var olmuştur. Bunlar beraberinde bizlere hayatta biçilen rollerin büyük ölçüde farklı olmasını getirmiştir. Gelgelim toplumda kadına biçilen rolün ne olduğu açık seçik ortadadır. Ezen ve ezilen durumuna getirilen bu toplum, bizlere hangi rolü biçtiyse onu oynuyoruz. Sadece cinsiyet farkında ortaya çıkmayan bu durum kadınlar  ve erkekler arasında da rol kesmektedir. Aynı zamanda Dna'larımızda bulunan genetik hastalıklar nesiller boyunca aktarıla gelmiş  hangi hastalıktan öleceğimiz dahi genlerimizde mevcuttur. Peki buna kader demek sizce olası mıdır ?

Aslında insan ırkında yaratılanlar olarak ezen ve ezilen diye bir kavram yoktur. "See " adlı diziyi izleyen var mı bilmiyorum orada virüs sebebiyle kör kalan insanlar hiçbir zaman ezen ve ezilen, güzel veya çirkin, güçlü veya zayıf olarak anlandırılmıyorlardı. Çünkü kimse birbirini görmüyor böylece algılar oluşmuyor ve bu insanlar arasında sorun teşkil etmiyordu. Doğal olarak da yaşadıkları hiçbir şey görünüşleri sebebi ile etkilenmiyor ve yaşamda onlara biçilen rolü görünüşleri etkilemiyordu. Bir başka konu ise genetik hastalıklar; bunların Mendel kanunlarıyla açıklandığını hepimiz biliyoruz ve genetik hastalığın oluşma ihtimalinin  hastalıklı genlerle taşındığı da gayet ortada. Buna sebep olan ise çevresel etkenler veya meydana gelen farklı kromozom bozuklukları olup asırlarca bir gen üzerinden kişilere taşınıyor olmasından başka bir şey değil. 

Evet çoğumuzun kadere olan inancı açık. Kader olgusunu irdelediğimiz zaman iki farklı kavram karşımıza çıkmaktadır. Külli İrade ve Cüzzi İrade. Külli İradeye biz müdahale edemiyor ve takdire razı geliyoruz. Bu durum anne babamızı, yaşadığımız ülkeyi, organlarımızın kendi kendine yaptığı görevleri gibi karşı koyamadığımız olgulardır. Cüzzi irade de ise tamamen kendi isteklerimizle yaptığımız seçimlerin yaratıcımızın bilgisi dahilinde olmasıdır. Örneğin yemek yememiz, seçtiğimiz eş, seçtiğimiz iş gibi. Buradan hareketle diyebiliriz ki ne anatomi ne de çevre tek başına kaderi oluşturur. Her ikisinin harmanı bizlere sunulan olaylar zincirinden sadece bizim hakkımızda seçilenidir. Şuan daha iyi anlıyorum ki içinde bulunduğumuz hiçbir olay tesadüfi veya kendiliğinden olmamıştır hepsinin bir amacı ve anlamı muhakkak ki var .

Okuduğun için teşekkürler. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere.






2 Ekim 2020 Cuma

KÖTÜ KARDEŞ NOCEBO

Şimdi sizlere birbirine ikiz kadar benzer ancak birbirlerini zıt olarak tamamlayan iki kelimeden bahsetmek istiyorum. Placebo denilen etkiyi birçoğumuz duymuşuzdur. Özellikle hastalık hastası bireylerin etkisiz nişasta içeren kapsüller aracılığıyla birden hastalık semptomlarının kaybolduğunu hatta eskisinden daha iyi olduklarını ifade etmelerini sağlayan mucizevi etki. Nocebo etkisi denilen kötü kardeş ise bunun tam zıddıdır. Yani bir ilacın sizin için zararlı olduğunu, yan etkilerinin olduğu söylendiğinde bu ilacın gerçekten de sizin için kötü sonuçlar gösterdiğini gözlemlersiniz. Nocebo etkisi hakkında çok fazla deney yapılamamış olması da bu etkinin gizemini korumasına yol açmış araştırılması gereken konular arasında yer almasını sağlamıştır. Öyle ki bu etki ölümcül sonuçlara dahi yol açabileceğinden etkisinin görülmesini izlemek biraz daha geri planda tutulmuştur.

Nocebo terimi 1961 yılında Walter Kennedy tarafından ilk kez anılmıştı. Fakat bu iki terimin ayrılması 1990'lı yılları buldu. Sebebi şuydu ki bu iki kavramı birbirinden ayırmak o kadar kolay değildi. Ya ikisi aynı anda görülüyor ya da birbirlerine çok benzer etkiler yaratıyorlardı. Ağrısı olan bir insan ilacın hem ağrısını giderdiğini hem de yan etkilerinden etkilendiğini söyleyebilirdi. Psikosomatik hastalıklarda daha çok kendini belli eden bu olumlu ve olumsuz etkiler psikolojik kökenli olup beklenti, telaşlanma veya telaşı azaltma ya da sosyal öğrenme , kişisel ve genetik özellikler beyindeki nörokimyasal mekanizmaları etkileyerek veya algıda değişiklik oluşturarak ortaya çıkmaktadır. 

Tıp dünyasında nocebo etkisi örnekleri çoktur. Hatta şu çok bilinen tıp öğrencilerinin beynine işlevsiz bir çip yerleştirip elektrik akımı nedeniyle baş ağrısı yaptığının söylenmesi üzerine gerçekten bu öğrencilerde baş ağrısı gözlenmesi olayı en bilinenler arasındadır. Peki günlük hayatımızdaki nocebo örnekleri bakalım sizde de aynı etkileri çağrıştıracak mı ? "Kötü düşünürsen kötü olur iyi düşün ki iyi olsun." cümlesini muhakkak hepimiz duymuşuzdur. Belki kale almadık belki de acaba doğru olabilir mi? diye düşündük. Aslında bu düşünce tamamen nocebo etkisinden doğmuştur. Glutensiz diyetler, laktoz intolorensı inaçları da bu düşünce temelinden çıkmıştır. 


Gerçekten de örneklere bakacak olursak bu etkinin üzerimizdeki etkisini gözlemleyebiliriz. Sınavda başarısız olacağını tekrarlayan birisinin gerçekten de o sınavı layıkıyla geçemediğini görebiliriz. Ya da bardakları taşırken düşüreceğini sürekli düşünen tekrarlayan bir insan gerçekten de o bardakları düşürür. Kemal Sunalın ünlü filmlerinden Üç Kağıtçı da olduğu gibi bir üfürükle hastalıkları iyileştiren, kısmet açan hocalara olan inancımızın da olayları çözümlemedeki rolü bence tamamen nacebo etkisinden gelmektedir. Güne güzel kelimeler söyleyerek başladığımız günlerin güzel bir şekilde sürdüğünü kötü bir şekilde uyandığımızda ise kötü bir gün geçirdiğimizi gözlemlemişizdir. Bunda da tamamen plasebo-nosebo etkilerini gözlemlemek mümkün...Çocuk yetiştirenler bilir bir çocuğun sürekli yaramazlığından tembelliğinden bahsederseniz gerçekten de o çocuğun uslanmaz bir haylaza dönüştüğünü görebilirsiniz. Yetiştirdiğimiz çocuğun içindeki mücevheri açığa çıkarmak onu yönlendirme kabiliyetimize bağlı. Hep iyiye hep güzele yönlendirmekse yalnızca bizim elimizde ve bu görevimiz.

Beynimiz bu kadar muhteşem bir mekanizma ile çalışıyor ve çözümleyemediğimiz bir o kadar işlevselliğe sahipken neden içine giren bilgileri kontrol altına alıp beynimizi güzelliklere davet etmiyoruz. Hayatı daha çekilir kılabilmek adına yapabileceğimiz her şey bizim elimizde aslında. Kötü giden gidişata dur diyebilmek sandığımız kadar zor değil. Tüm mesele beynimizi buna inandırabilmek. O halde haydi beynine komut ver iyi şeyleri içeri al kötü şeyleri dışarı ver ve hayatında olacak değişikleri gözlemle. Sen muhteşem bir mekanizmasın. Yaratılmışlar içinde düşünme ve algılayabilme kabiliyetinde tek canlısın. İpleri eline al ve hayatına çekidüzen ver. Sen güçlüsün.