31 Ağustos 2020 Pazartesi

KORONA VİRÜSE NE KADAR HAZIRDIK?



Gelecek kaygılarıyla yaşasak da hiçbirimiz gelecek felaketi hayal etmeyiz, düşünmeyiz bunu hiç 
sorguladın mı? Güzel günlerin hayalini kurarız evet ama ben hiç felaketin geleceğini tahmin ettiği halde onu düşünmek için can atan biriyle karşılaşmadım buna en basit örnek ölümü bilsek de onu hiç aklımıza getirmek istemeyiz. İnsanlar başına gelecekleri önceden kestirebildiği halde hiç başına gelmeyeceğini umarak o düşünceyi beyninden uzaklaştırmak ister. Evet korona virüs diğer felaketlere benzemiyordu daha önce kuş gribi,h1n1 gibi virüslerle yüz yüze gelmiştik ancak  kurtulmuştuk geçip gitmişti işte elbet bu da gelip geçiciydi en fazla ne kadar sürebilirdi ki dedik. En büyük salgınlar yüzyılda bir olur dedik nereden gelip bizi bulacaktı ki...Ve  tıpkı diğer felaket senaryolarında olduğu gibi bize hiç gelmeyeceğini düşünerek yaşamımıza devam ettik oysaki ta en başından bunu tahmin edebilecek kişilerdik hepimiz. Böylece hayatımıza bir anda sokuluverdi sinsice... peki biz bu senaryonun neresinde idik ve ne kadar hazırdık?
Hepimiz günlük telaşlarla boğuşurken bir de böyle bir felakete kapı açamayacak kadar çok yoğunduk. Gündemdeki deprem, savaş haberleri yeterince canımızı sıkıyordu bir de bunu düşünüp kahır edemezdik kendimizi. Ben ilk vakayı bir nöbet akşamında duymuş oldukça paniklemiştim mesela. Bir başkası gülüp geçmiş yalan olduğu fikrini öne sürmüştü hemen. Bir diğeriyse hükumetlerin insanlar üzerinde denediği bir deney diyerek senaryosunu yazmıştı bile..
Amma velakin gelip çatmıştı işte dünyada görülen bu virüs gelip bizi de sarmıştı. Her gün vaka sayıları bir bir yükseliyor bizde hala inanamıyor ve olup bitenleri seyre dalarak izliyorduk. Hepimizde bir panik havası durmadan temizlik yapıyor, el yıkıyor, insanlardan uzak durmaya çalışıyorduk. Verilen haberleri son gaz takip ediyor hiç aksatmadan her akşam izliyorduk. Dünyadaki yere düşüp bayılma videolarını her yerden izliyor bizlere neler olacak acaba diyerek korkuya kapılıyorduk. 
İnsan bilmediği şeyden korkarmış derler. Bizde yarı tedirgin yarı korkulu günlerimizi geçirmeye çalışıyorduk. Bana göre bu cehalet bizi virüse hazır hale getiren en önemli şey olmuştu. Ne zamanki normalleşme adımları atılmaya başlandı insanlar hazırlıksız hale geldiler. Çünkü biz kısıtlı yaşamda virüse hazırdık. Normal hayatımız, Türk kültürümüz, alışageldiğimiz yaşam tarzlarımız  korona virüse meydan okudu. Bence en önemli neden rahatlığımıza düşkün olmaktan, geleneklerimize ne koşul olursa olsun sonuna kadar ölüm de olsa kalım da olsa bağlılığımızdan, grup halinde eğlence anlayışlarımızdan, insanlara olan düşkünlüğümüzden en önemlisi bencilliğimizden geliyordu. Virüsü unuttuk sadece bir maske bizleri virüsten korur sandık. Öyle ki  içimizde onu takmaktan bile muzdarip insanlar gördük. Şemsiyemiz yoktu, varsa da bizi yağmurdan korumaya yetmiyordu. Çevremizdeki insana ne yapmaları gerektiğini dikte etmeye çalışmadan önce kendimize bakmış olsaydık Güney Kore örneğindeki gibi işbirliğiyle bu meselenin üzerinden gelebilirdik bana göre.

Lafı daha fazla uzatmadan hayatlarımızı felaket senaryolarına hazırlıklı hale nasıl getirebiliriz naçizane bunlardan bahsetmek istiyorum. Hayatta her şeyin insanın başına gelebileceğini aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Hazırlıklı olsak da olmasak da gelir. Önemli olan bunu nasıl yönetebildiğimiz. Yarın başımıza bir şey gelecekmiş gibi kendimizi günün akışına bırakmalıyız. İnsanların kalbini kırmamak, evini düzenli temiz tutmak, sağlığını kontrol ettirmek, ailenle olabildiğince çok vakit geçirmek, evinin eksik tadilatını yaptırmak, yapabileceğin işleri ertelememek gibi. Unutma ki hayatı erteleyecek kadar önemli bir lüksün yok bugün var yarın yoksun. Akışa uy, hayatını yönet ve hayatına yön ver. 

Gündeme dair düşüncelerimi daha çok okumak istiyorsanız lütfen iletişim bölümünden yazın. HOŞÇA KALIN.

29 Ağustos 2020 Cumartesi

CİNSİYETSİZLİK KAVRAMI KADINA ŞİDDETİ AZALTIR MI ?


Cinsiyet kelimesi aslında dişilik ve erkekliği ifade ederken varoluşsal anlamda çok daha büyük boyutlu kapsama sahiptir. Yüz yıllardır kıyafet sektörüne renk, biçim ve bize dayatılmaya çalışılan ölçütlerden pay sağlarken kadınların süslü, erkeklerin daha erkeksi tasarımlarını kullanan mimariye kadar her alanda kendini göstermiş günümüzde de kendi varlığını her alanda göstermektedir. İki farklı cinsiyeti ifade eden bu iki kavram aslında gözümüzü çevirdiğimiz her yerde bizlere kendini hatırlatmakla birlikte farklı düşünce temellerini atan bir yaklaşıma neden olmuştur. Bu kavramlardan biri olan modern yaşamda karşımıza çıkan cinsiyetsizlik söylemleri  alışılagelen düzeni bambaşka bir noktaya taşımıştır. Bahsedilen bu kavram cinsiyeti topyekün hiçe sayan, kadın ve erkeği eşit tutan, cinsel tercihler dahil her alanda tam bir eşitliği savunan, rollerin olmadığı bir dünya hayali bana göre. Çünkü bir takım korkutan getirilere sahip bu hayal. İlk olarak aile çatısının çatırdaması anlamına geliyor. Toplumların uyguladığı nüfus politikalarına aykırı bir niteliğe sahip. Yaratılışsal ve yapısal farklılıklar nedeniyle ise eşitlikle örtüşmüyor. Ayrıca hayatın doğal bir dengesi var ki bu cinsiyetsizlik kavramı doğal dengeye müdahele edip tamamen var oluşumuzu sorgulamamıza, tepetaklak bir düzen kurmamıza sebep olabilir.

 Bunları savunan bir kesim olsa da bir başka kesim kadına şiddet vakalarını azaltacağı görüşünü destekliyor. Bu görüşün haklı taraflarının da olduğunu varsayabiliriz. Kadınların erkeklerle eşit tutulduğu bir toplumda büyüklük taslamak geçmeyecek, ezenin daha güçlü sayıldığı bir yapı oluşmayacak kadının zayıflığından yararlanıp cinsel bir obje olarak görülmediği bir toplum yapısı ortaya çıkabilecek. Bu yanlarıyla olumlu özelliklerini öne sürerek farklı ideolojileri benimsetmeye çalışan bir güruh özellikle gençleri hedef alarak kötü yollara sevk ettirmektedir. Bunlara karşı uyanık olmak, masum olmayan görüşleri fark edebilmek boynumuzun borcudur. 

Ancak unutmamamız gereken bir şey var. Aile çatısının bozulduğu bir toplumdan medet ummak cahiliye dönemine geri döndüğümüz anlamına geliyor. Yaratılışımız sebebiyle farklı fıtratlara sahibiz. Kadının baskın olduğu alanlarla erkeğin baskın olduğu alanların bambaşka olduğunu hepimiz yaşayarak görüyoruz. Evet aynı alanlarda erkek ve kadın aktif olabilir ancak en önemlisi doğurma ve annelik içgüdüsüne hiç bir erkek sahip olamaz aynı şekilde babalık duygusuna hiç bir kadın vakıf olamaz anne ve baba rolünün eşit olarak algılandığı bir toplumdan ise şefkatli, nitelikli çocukların yetişmesini beklemek zor görünmektedir. Bu da sadistliğin ve bencilliğin artacağı bir toplum demektir.

Eğer  kadına ve erkeğe çeşitli şiddetlerin uygulanmadığı bir toplum arıyorsak bana göre bunun yolu psikolojik olarak gelişmiş, fıtrat pedagojisi hakkında bilgili ebeveynlikten geçiyor. Sonuçta şiddeti meşru hale getiren de şiddetin yayılmasına sebep olan da bu insanları yetiştiren aileden geçmekle birlikte o ailenin soy geçmişine de bağlı olabiliyor. Yalnız Türk toplumunda değil bir çok toplulukta kadınlar erkeklere oranla daha geri planda tutulmuştur bu da haliyle nesillerce aktarımını kolaylaştırmış normal duruma getirmiştir. Aynı zamanda Arap döneminde kız çocukları diri diri toprağa gömülürken peygamberimiz kız çocuklarını sırtında taşıyarak bizlere de ders niteliğinde öğütler bırakmıştır.  Kimsenin kimseden üstünlüğünü yaratılış itibariyle öngöremeyiz. Güçlü yaratılmış olmak erkeklerin değerinin kadınlardan daha fazla olacağı anlamına gelemez. Cinsiyetsizlikten öte bir şey var ise o da şudur ki farklılıklarımızla güzel olduğumuz ve farklılıklarımızın bizi diğerimizden üstün tutamayacağıdır. Gücü ve zekayı bir araya getirirsek bence mükemmel bir uyum sağlayabiliriz. Aynı olan iki nesne  birbirlerine büyük ölçüde yarar sağlayamazlar. Farklı özellikler birbirini tam anlamıyla tamamlayıcı güç olabilir.Hepimiz aynı yolun yolcusuyuz farklılıklarımızla birbirimizi kabul etmek dileğiyle.


16 Mayıs 2020 Cumartesi

MUTLU HAYAT YOKTUR MUTLU ANLAR VARDIR




Sabahın ilk ışıkları ve ben  hayatın kötü bir  yer olduğu düşüncesiyle gözlerimi açıyorum. Duyduğum olumsuz haberler ,gördüğüm tüm kötü durumlar beni bu düşüncelere sevk ediyor. Hiçbir şey beni yeterince mutlu etmeye yetmiyor, her günüm aynı ritimde aynı duyguları yaşayarak geçiyordu... Bir mucizeye ihtiyaç duyuyor ama bu mucizeyi kendimin, düşüncelerimin yaratacağını bilmiyordum.
Bir gün dinlediğim bir radyo yayınında o sihirli cümleleri duydum. MUTLU HAYAT YOKTUR, MUTLU ANLAR vardır. Bu cümle aydınlanmama sebep oldu ve anladım ki hayatıma yeni bir yön verecek cümle buydu. Kendimi sorgulamaya başladım. Öyle ki ben istiyordum ki her şey tıkırında gitsin, hayatın kötü cilveleri bana hiç uğramasın. Çünkü hayat güzel bir yer, çok kısa ve bir nefeslik ömrümüz var neden kötülüklerle dolu olsun. Böylelikle mutluluk çıtasını en tepe noktaya çıkaran yine kendim olmuştum. Bununla birlikte en ufak bir kötü durumla karşılaşsam dünyam başıma yıkılmış gibi davranıyor ve kaygı düzeyimi kontrol edemiyorum. Mutluluk kaçıyor ve ben sürekli kovalıyorum. Tabi ki beklediğim mutluluk hiç bir zaman gelmiyor ve bu kısır döngü sürekli tekrar ediyordu.. Ama artık dur demenin vakti gelmişti. Hayat böyle bir yer değildi ve hiç olmamıştı. Hayat güzel bir yerdi evet ama zıt duygularla güzeldi. Her şey birbirinin tamamlayıcısıydı. Kötü durumlar mutlu anlarımızı kıymetlendiriyor böylelikle mutlu anlarımızı doruk noktasında yaşamamıza yardımcı oluyordu. Evet mutlu bir hayat peşinde koşmak mantıklı değildi. Sonunda duygularımı kontrol edebileceğim düşünceler oluşmuş ve mutluluk arayışında olmaktan vazgeçmiştim.

Mutluluk kavramı kişiden kişiye değişiklik gösteren fazla bütüncül bir kavramdır. Kimileri ufak şeylerden mutlu olabiliyorken kimilerini maddi manevi hiçbir şey tatmin edemiyor. Mutlu olmak için sebep yaratan insanlar varken mutsuz olmak için sebepler uyduran bir o kadar insan var çevremizde farkında mısınız? Genel itibariyle baktığımızda hiçbirimizin mutlu bir hayatı yok aslında bu hayat yolculuğunda bir çok iç acıtıcı durumla yüz yüze geliyoruz. Başımıza gelen şeylere karşı bakış açımızı değiştirdiğimizde ise gerçekten çok büyük farklar gözlemleyeceğimizi bilmeliyiz. Yaşadığımız şu andan daha kıymetli bir şey yokken neden genel bir bakış açısı yaratarak içinde bulunduğumuz anı da zehirliyoruz. Ve inandığım şey bu yaşam yolculuğunda zorluklarla mücadele ederek sınanmak için yaratıldığımız... O zaman hayatın zorluğundan dem vurmak yerine sonsuz şuandan ibaret olduğumuz bilincine vararak mutlu anlarımızı çoğaltmak bizi daha tatminkar bir hayat yaşamamıza iten güç olacaktır. Ve böylelikle artık benim içimdeki boşluğu tamamlayan güç şu anlarımı mutlu kılma çabam olmalıydı... Hayatı gözlem becerimiz ise bize bu yolda en büyük yol göstericimiz olacaktır. Yaşadığımız kötü durumlar elbet var olacak ancak bakış açımız bizi o sonsuz karanlıktan kurtarabilir. Basit bir örnek vermek istiyorum başımıza gelen kötü bir durum bizi daha zorlu bir sürece hazırlıyor olgunlaştırıyor düşüncesi bir çok şeyi değiştirebilir iken hep kötü olaylar benim başıma geliyor düşüncesi mutsuzluğumuzda yegane duygu olmayı başarabilir.

Hayat zıt duygularla var olan, deneyimlerimizle kıymetlenen keşfedilmeyi bekleyen onca şey barındıran bir alem. O halde mutlu bir hayat peşinde koşmaktansa mutlu "an" larımızı artırabilir mutsuzluğun özünü indirgeyip bunlardan bile bir öz çıkarıp yolumuza devam edebiliriz. Hayatın zıt duyguları bizlere mutlaka bir şeyler öğretmek istiyor. Sakın umutsuzluğa kapılıp bakış açını dar bir kalıba sokma. Durma mutlu an oluşturmak senin elinde. Eline al çayını ve keyifle bu macerayı izlemeye koyul...

 Bir sonraki yazımda görüşmek dileğiyle. HOŞÇA KAL.

12 Şubat 2020 Çarşamba

AKIL IŞIĞI, ÜÇÜNCÜ GÖZ "EPİFİZ"







Fotoğraf Vatikan'dan. Üçüncü gözümüz olarak adlandırılan Epifiz bezinden tasvirle tasarlanmış. Bir çok sanatkara ve farkı antik dinlere, günümüze ilham olmuş bu mucizevi organımızdan. Doğruyu söylemek gerekirse ilk duyduğumda beni de işlevleriyle kendinde hayranlık uyandırmış ve merak duygumu cezbetmişti. Araştırmalarımda fark ettim ki kendisi küçük olsa da özellikleri o kadar basit değil. Bizlere gözlerimiz kadar önemli olduğunu hatırlatıyor ve bizleri harika organizmalar olarak ön plana çıkarıyor.

Peki bu çam kozalağı benzeri küçük bez epifiz (pineal) in işlevleri nedir, neden bu kadar ilgi çekmiştir? Gözle aynı hizada olan konumu nedeniyle üçüncü göz olarak adlandırılıyor. Beynin tam merkezinde yer alıyor. Göz; ışıkta, epifiz; karanlıkta devreye giriyor. Kısaca işlevlerinden bahsetmek gerekirse; Üç tane hormon salgılıyor bu bez; melatonin , pinolin, insana psikedelik ve mistik deneyimler tattıran dimettiltriptamin (DMT). En önemli hormon melatonin, sirkadiyen ritimden sorumlu, uykumuzu düzenliyor ve tahmini zor olmasa gerek karanlıkta salgılanıyor.
Kanserden koruyor ki gece uykusuzluğu yaşayan kişilerde normal insanlara göre kanser oranı daha fazla. Görme engelli kişilerdeyse bu oran giderek düşüyor çünkü karanlıkta daha çok işlevini artırıyor. Çocuklukta 9 yaşından önce ergenliğe girmeyi engelliyor. En çok dikkat çekilen noktaysa ruhen bizi üst bilinçlere çıkarıyor olması ve modern felsefenin babası Descartes epifiz bezini ruhla bedenin birleştiği nokta olarak betimler. Bu yüzden yüzyıllardır bu organ önem ve gizemini koruyor. Hatta Fransız düşünür, yazar Voltaire bu organın sırrını çözmek için birçok kez otopsi yapmıştır. Araştırmalar sonucu, günümüzde de kabul edilmiş bir gerçek deniz seviyesinden yukarı çıkıldıkça organ işlevselliği artıyor ve daha fazla hormon salgılanıyor. Bu yüzden ibadethaneler yüksek noktalara yapılırmış, amaç tanrıya yakın olmak değil, ruhen yükselmekmiş.





Diğer bir nokta karanlık demiştik. Şüphesiz karanlık da büyük önem arz ediyor. İsa'nın bir sözü ; Karanlıkta olanlar gerçek(büyük) ışığı görürler. Ancak bu organımız günümüz modern dünyasında tükettiklerimiz ve çevresel şartlardan kireçleniyor ve işlevi azalıyor. Sebebinin de florür olduğu düşünülüyor. Fareler üzerinde yapılan bir deneye göre yaşlı farenin epifizi daha genç bir fareye aktarılıyor ve görülüyor ki genç fare daha çabuk ölüyor. Pineal bezin düzenli faaliyette bulunması sıkıntı, bunaltı, bunama, stres ,yaşlanma ,bahsettiğimiz gibi kanser, hipertansiyon ve birçok psikolojik rahatsızlığa karşı doğal koruma sağlıyor.

Epifiz bezinin mucizeleri ortada o halde yararlarından istifade etmek bize düşüyor. Kızılcık, deve dikeni, rezene, anason, kereviz, ayçiçeği, çemen, hardal, sarı kantoron , papatya çayı vişne, lahana, badem, fındık, magnezyum ve çinko içeren diğer gıdalar melatoninden zengindir bunları daha sık tüketebiliriz. Yüksek oranda cıva içeren balıklar, karbon bazlı içecekler, sudaki flor, diş macunları ve dumana maruz kalmamız epifiz bezini olumsuz yönde etkiliyor ve düzgün çalışmasını engelleyebiliyor. Görülmüş ki meditasyon, oruç tutmak, uzlete çekilmek, ilahi söylemek, sükutla içimize yönelme (az konuşma) sırasında pineal bez aktivasyonu artıyor ve DMT seviyesinde bir patlama oluşabiliyor.


Epifiz bezinin önemi gün geçtikçe gün yüzüne çıkmaya başlıyor ve tedavi edici uygulamalardan tutun farklı alanlarda da istifade edileceğe benziyor. O halde vücudumuzun bu mucizevi organlarına merak duymayı arttırmalı, araştırmalara destek verici rollerde kendimizi bulmalıyız. Kendine değer ver ve sağlığını korumaya önem ver. Görüyorsun ki küçücük bir organ çoğu işlevden sorumlu. Araştırmadan, içeriğini bilmeden hiçbir şeyi bu bedene kabul etmemeyi kendine borç bil. ve kendine iyi bak...

İlgisini çekenler için belgesel önerisi (DMT: The Spirit Molecule (2010))

20 Ocak 2020 Pazartesi

KUSURSUZLUK TANRISALDIR..



BIRAK BİRAZDA HER ŞEY TAM OLMASIN

Kusursuzluk "takıntı" mızın beynimizde yarattığımız bir şemadan ibaret olduğunu biliyor muydunuz? Her şeyin kusursuz olması gerektiği inancımız ve ne yaparsak yapalım yaptığımız şeyin bir türlü mükemmel oluşunu kabullenmeyişimiz. Sahip olan insanı bir hayli yoran, hayat kalitesini bariz düşüren kısır döngümüz...

Çoğu insan kendinde bu şemanın olduğunu kabul etmez ancak davranışlarına ve yaşam tarzına bakılırsa çok açık bir şekilde bu şemanın tuzağında bulunduğu ortaya çıkar.
Bir çatlak var her şeyde, ışık böyle girer içeri bırak kusursuzluğu diyor "Leonard Cohen". Hiç denediniz mi günlük işlerinizi bazen eksik bırakmayı, tam anlamıyla kusursuz yapmamayı veya çok da iyi görünmediğiniz bir gün dışarı çıkmayı ya da çok fazla mı hassassınız hiç yaptığınız bir yanlışı kafanızda  çok fazla büyütmeyip akışına bırakmayı. Durun tahmin edeyim. Hiç yapmadığınız için size olan getirilerine şahit olmadınız.

Şimdi farklı bir perspektiften bakalım istiyorum. Kusurluluk neye göre, hangi yargılama sistemine göre "kusurluluk" tur. Her kim  neyi kusurlu buluyorsa, bu sadece kafasında yarattığı birer düşünceden ibarettir. Bizim kusurlu bulduğumuz şeyler başkası için hiçbir anlam ifade etmeyebilir. Yada başkasında kusurlu bulduğumuz herhangi bir şey o insan için kusur teşkil etmiyordur. Velev ki kusurlu bulduk, bu açığı kapatacak çok daha büyük bir mücevher taşıyordur.

Peki kusursuzluk takıntımızı aşabilirsek ne gibi avantajlara sahip oluruz düşündünüz mü ?

1. Bilerek veya unutarak  yaptığımız eksiklik biz de huzursuzluk yaratmaz böylece hayatımızı kaliteli duygularla yaşarız. Örneğin iş yerinde patronuna eksik bir dosya teslim eden Aysun kusurluluk şemasına sahipse akşam çocuğuna ayıracağı vakit verimsiz ve memnuniyetsiz geçecek.
2. "Kusursuzluk" tan korkan bir insan yeni şeyler deneyimlemeye de korkar. Ancak bunu aşan birisi başarısızlıktan korkmaz ve hayattaki farklı tatlardan da lezzet alarak ilerleyebilir.
3. Kusurlarını olduğu gibi kabul eden insan, kendisini de sever ve beğenir özgüveni yerinde olur, kendi hakkında olumsuz düşünceler oluşturmaz.
4. Çevremizdeki insanları yargılamadan önce daha düşünceli bir yaklaşıma gireriz. Bir an düşünme payı bırakır onu olduğu gibi kabulleniriz.
5.Ruh halimiz daha dengeli bir hal alır gereksiz kaygılar taşımayız.
Kısacası hayattan aldığımız lezzet de önemli ölçüde artar.

Tabi yıllardır kusursuzlukla olgunlaşmış insan bir anda bu takıntısından vazgeçemez. Bunun için bazı yollardan geçmeli diyor uzmanlar. Öncelikle kendinize küçük görevler vermelisiniz. Mesela temizlik yaparken o biblo yamuk duruyorsa onu düzeltmeyin. Bırakın olduğu gibi kalsın bu sizde başta rahatsızlık oluşturacak. Ancak yapmadıkça beyniniz farklı nöral ağlar oluşturup bunu kabullenecek. Yada patronunuz sizi yapmak istemediğiniz bir şey için zorluyor mu "hayır" diyebilmeyi öğrenin. Unutmayın büyük değişimler küçük başlangıçlarla olur. Göreceksiniz bir şeyler eksik olsa da hayat tam manasıyla devam ediyor..

Bir Çin atasözü der ki "Dünyada kusursuz iki insan vardır, biri ölmüştür diğeri ise daha hiç doğmamıştır." yine  Farabi kusursuzluk tanrısaldır diyor. Bırakın bir şeyler de tam olmasın hayattan aldığınız tat her şeyden daha önemli. Mükemmel bir insan olmadığı gibi hiç bir şey ne tam anlamıyla iyidir ne de tam anlamıyla kötüdür. Düşünce yapımıza bir boşluk koyabilirsek  bakış açımız değişecek ve bir şeyler mükemmel olmasa da mutluluk ölçütümüzün bununla ölçülmediği ortaya çıkacak. İnsanlar öldüklerinde dünyada ne iyi niyetli işler yaptıklarıyla sorgulanırlar her şeyi tamı tamına güzellik ve iyilik standarlarına uygun yapıp yapmadıklarıyla sorgulanmazlar. 

Beğendiğini umuyor , mutlu günler diliyorum.

7 Ocak 2020 Salı

DUR VE DÜŞÜN !




Uykusuzluktan gözleri kızarmış bir çift göz...babası nefes nefese yaşam ile ölüm arası çırpınırken ömrünü bir kaç dakika olsa bile uzatmayı dilercesine ona bakıyordu.

Gördüğüm en net görüntünün bu olduğunu hatırlıyorum. Sonrası bulanık bir hatıraydı zaten. Acaba, o en mutlu anda şimdiki oldukları hali hayal edebilmiş miydiler? O güzel an akıp giderken o anda kalmayı başarabilmiş miydiler? bir daha hiç yaşanmayacağını bilerek.

Daha küçük yaşta bir oğlan çocuğu, babasıyla top oynuyor. Delicesine mutlu, delicesine umutlu gelecekten. İlk çocuğuna kavuşmuş bir baba, olabildiğince heyecanlı ve onun için güzel bir gelecek düşlüyor. Anının daha da içine girdiğimizde muhtemelen o baba ve oğul bu duyguların sonsuza kadar tekrarlanacağını düşünüyordu. Baba maddi hesaplarla boğuşurken, çocuk sadece oynadığı oyuna dikkatini vermişti veya akşam ne yiyeceğini düşünüyordu.
Aklımdan bu karışık düşünceler ve duygular geçerken iki gündür babamı görmediğimi fark ettim. Benim de böyle ne çok anım durumun bilinçsizliğiyle bir daha yaşanmamak üzere kaybolmuştu kim bilir... Sahi yaşadığım onlarca anıdan geriye ne kalmıştı ki ben yeterince hayatımdaki insanların kıymetini biliyor ve onların faniliğiyle alakadar oluyor muydum ? Hastanede tedavi saati bitmişti. Bu sürede "insanlığımızı" daha detaylı sorgulama zamanı buldum. Uzun uzun düşünceler birden aklımda yer edivermişti.
Gözlerimizi hayata açtığımız ilk anda bizi bir aile kucaklıyor tüm ihtiyaçlarımız onlar tarafından karşılanıyor ve ilk adımlarımıza onlar ortak oluyor. Bizi ilk defa karşılaştığımız ortamın zorluklarıyla yüzleştiriyorlar. Ve onları yanımızda istediğimiz  her an yanımızda oluyorlar. Yıllar içinde çevremiz kalabalıklaşıyor. Bizi seven sayan bizden çıkarı olan ya da bizim onlardan çıkar sağladığımız bir çok insan giriyor hayatımıza. Peki insan insana bu kadar muhtaçken onlarsız hayat çekilemez oluyorken insan ilişkilerine neden değer vermiyor yalnız kendi mutluluğumuza odaklanıyoruz?
Hayatımızda tanıma imkanı bulduğumuz kişiler; yakınlarımız ve diğerleri, daha önemlisi yaşama insan olarak gözlerimizi açışımız... Hepimiz çok büyük bir amaca, insanlığa hizmet ediyoruz ve gelişi güzel yaşanamayacak kadar az bir vaktimiz var. Birbirimiz için vazgeçilmez unsurlarız.
Peki ya neden insanlarla olan münasebetimizi bu kadar önemsemiyor hep bencilce yaşıyoruz?
O gün o baba neden çocuğunun eşsiz mutluluğuna duygularıyla ortak olmuyor. Geçmiş ve gelecek kaygısında boğuluyor. O çocuk neden babasının yanında oluşunun mutluluğuyla değil, ilgilendiği şeyin geçici mutluluğuyla neşe saçıyor, babasının var oluşunun mucizesini idrak edemiyor ?. Biz de anın verdiği hazzı dolu dolu yaşasak sizce uzun vadeli pişmanlıklar yaşar mıyız?

Bu hayat bir gün biz farkında olmadan yok olup gidecek. Tüm o sevdiğimiz insanlara bir gözyaşı damlası kadar uzak kalacağız. İlgilendiğimiz her şey baki olmayan şeylerken birbirimizin değerini ne zaman yeteri kadar bilecek ve saygı göstererek yaşamaya çalışacağız. Çetrefilli hayatın tek güzel yanı biriktirdiğimiz anılar değil midir sizce de ? Neden bu manevi duyguları hiçe sayıyor ve birbirimizin kıymetini bilmiyoruz.

O zaman dönüp kendimize sormalı ve şu kısa olan ömrümüzde bu dünyaya iyi şeyler bırakmak adına her an ve durumda çevremdeki değer verdiğim insanların kıymetini biliyor ve o anda kendime bir köşe seçebiliyor muyum?. Hiçbir şey için geç değildir ömür geçiyor durduramıyoruz, ama şimdiyi sonsuza götürebiliriz. Şu an hala nefes alabiliyorsan zamanın var demektir. Sevdiklerin yok olup gitmeden anıları taze tutarak her anının kıymetini bil hala vakit var. Gelecek kuşaklara bunları anımsatabilmek farkındalıklarını arttırabilmek büyük önem taşıyor. O halde elini taşın altına koy ve bilinçli bir nesilin insan hayatına katılmasında sen de faydalı ol. İnsanlığın mucizevi yanı bu şekilde kendini belli edecek.

Okuduğun için teşekkür ederim. Kendine iyi bak. Anda kal.

18 Aralık 2019 Çarşamba

YAŞAMI KOLAY KILMAK ÜZERİNE ...




Öncelikle hayatımızı basit yaşamaya  çalışmadan önce hayatın değerini yeterince biliyor muyum ? Bu soruyu sormalıyız kendimize. Aldığımız nefesin, attığımız her adımın, gördüğümüz tek düze olmayan mükemmel düzenin farkında mıyız ? Bu hayatı seviyor muyuz gerçekten? öncelikle bunları sorabilmeliyiz kendimize. Yine soru sorarak devam etmek istiyorum. Bu mükemmel hayatın pek tabi zorlukları da var evet ama biz daha da zorlaştırmıyor muyuz? 


Karanlık bir alemden rengarenk bir yaşama üflenmiş. Her şey düzenli ve hiçbir şey yaşamı zorlaştıracak şekilde tasarlanmamış. Ne tek hücreli bir canlı ne de muazzam yaratılmış insan vücudu. Olağanüstü yaratılmış. Yeryüzünde lüzumsuz tasarlanmış hiçbir "şey" göremeyiz. Doğamız gereği doyumsuz olan bizlerse elimizde tutma, daha da fazlasını isteme hastalığına yakalanmış durumdayız. Gerçekten bu kadar birikim şart mıydı? bizi biz yapabilmek için. Hayatını kolaylaştırmak istiyorsa insan bence kendinden ödün vermeli öncelikle nefsiyle savaş açmalı. Hani hep derler ya alışkanlıklar rutinlerin tekrar etmesiyle oluşur diye... Bu güne kadar yaptıklarımız, hayat alışkanlıklarımız ya da bize öğretilenler değiştirilebilir elbette çünkü aynı zamanda yaratılış itibariyle alışkanlıklarımızı değiştirme eğilimindeyiz de. Bu savaşı kazanıp bambaşka bir hayata bizi gerçek anlamda tatmin edecek bir hayata kucak açabiliriz. Bu söylediklerim zannettiğin kadar zor değil aslında bütün mesele idrakını arttırarak özümsemende gizli.
O zaman bizi gerçek doyuma ulaştıracak birkaç noktaya değinmek istiyorum. Bahsettiklerim hepimizin yaşadıklarına uyarlayabilecekte nitelikte olup sizi biraz düşünmeye zorlayacak. O halde başlayalım.

1. Aldığımız kıyafet veya eşyalara gerçekten ihtiyaç duyuyor muyuz yada Müslüman mahallesinde salyangoz satanlardan alıcı mı oluyoruz. Aldıklarımız bizi  geçici olmayan mutluluklara ulaştırıyor, hayatımıza kolaylık sağlıyor mu?
2. Elinin altındaki eşyaların hepsi senin işine yarıyor mu ? (Minimalist bir hayat sürme sanatı üzerine eserleri olan Dominique Loreau, ilk engelin sahip olduklarımızı atma korkusu olduğunu söylüyor. “Hayatı sadeleştirmek için esas ihtiyaçlarımız üzerine düşünmemiz ve fazlasını atmakla başlamamız gerekiyor. Loreau, her şeyi atmaya çalışmamayı öneriyor. “Herkesin bazı arzularını muhafaza etmeye, bağ kurduğu objelere ihtiyacı vardır” diyor. (http://www.psychologies.com.tr))
3.Konuştuğun her sözcük gerçekten dişe dokunur nitelikte mi? Yoksa anlamsız, boş cümleler kuruyor musun?
4. Hayat düzenin seni yormayacak düzeyde mi, kendine yapabileceğinden fazlasını mı ?
yüklüyorsun yoksa.
5. Biriktirdiğin şeyler senin yolunu açıyor, yapmak istediklerine kolaylık tanıyor mu?
6. Hayatındaki insanlar senin gelişmene, yeni şeyler öğrenip yaşamına uyarlamanda sana yardımcı oluyor mu yoksa gereksiz kalabalıklar mı oluşturuyor?
7. Ya da yaşadığın evi düşün sana yeterli geliyor mu yoksa seni yoran zamanından çalan ihtiyacın olmayan büyüklükte mi ?
8.Telefonunla beynini yoracak derecede vakit geçiriyor musun yoksa gerektiği kadar mı?
bu ve yaşama uyarlanabilecek yüzlercesini sorgulayıp kendi hayatımıza iyi yönde dönüştürebilirsek yaşadıklarımız ne ala kolay ve güzel olmaz mıydı sizce de?

Karşımıza çıkan her şey kolaylıkla olsaydı ve biz kolay bir şekilde mutlu olacağımızı düşünüyor olsaydık pek tabii yanılgıya düşmüş olacaktık. Kolay bir hayat mutluluk getirmez. Zahmet çekerek sürülen bir yaşamda üstesinden gelebildiklerimiz bizi asıl doyuma ulaştırır. O halde zahmeti büyütmek yerine kolaylaştırarak çözmeye odaklandığımızda istediklerimizin hem bizi mutluluğa ulaştırdığını hem de bizi yormadığını gözlemleriz.

Bana göre sade olabilmek en büyük lütuf. Bunu yaşam mottosu haline getirebilirsek tatminimiz de iç huzurumuz da güzellikleri beraberinde getirecektir. Artık düşünme vakti. Kendini sorgula gerçekten de düşündüklerin seni yeterince yormuyor mu ? fazla olan hiçbir şey hayata büyük doyumlar armağan etmemiştir. Her şey senin elinde hadi fazlalıklardan arınma vakti. Hayatında kolaylıklar...